Her ne kadar sayısız okumaya tabi tutulmak istenmişse de Truffaut'nun derdi kabaca bir aşk hikayesini anlatmak. Yönetmenin geldiği yerde "menage-a-trois" tabir edilen bizde ise "aşk üçgeni" denip geçilen, muhatabı iki değil, üç olan... Ve giderek bu modelin imkansızlığını dile getirmek; üç insanın her biri, diğerini ölesiye sevse de mutlu son ne mümkün !
Ve insan talihi? Bütün bir yazgının küçük bir tesadüf karşısındaki edilgenliği, ya bilinen en zeki yaşam formu olan insanın göz göre gelen hazin sonu, kendi sonunu geri çeviremeyişi, yetmezmiş gibi yangına körükle gidişi... Bu da olsa olsa takip eden bir tema, yönetmenin tüm filmlerinde belli ölçüde hakim olan.
Modernite eleştirisinden, toplumun gerçeklerini dışlayan bohem hayatın sorgulanması ve buradan en küçük toplum olan aile kurumuna geçişte ortaya çıkan sancılara, tek eşlilik-çok eşlilik sorunsalından, kıyıcı kıskançlık olgusuna, varoluşu sanat-aşk üzerinden tanımlama karşıtlığından, bir sanat nesnesi olarak "kadın"a, esarete dönüşen özgürlük hırsından, toplumların ve insanların kaderindeki ortaklığa, savaşa kadar dallanıp budaklanan yollar ve izledikçe açılan katlardan bahsedebiliriz. Jules ve Jim'i zenginleştiren, demode olmasını imkansızlaştıran üç unsurdan biri bu işte: metnin giriftliği, meselenin zaman aşırılığı, güncelliği.
Diğer ikisine gelince... Biri pekala kusursuz bir karakter çalışması ve dipdiri, yaşayan karakter. O günden bu güne yaşlanmayan, çok sevip, bağrımıza bastığımız. Diğeri Truffaut'nun çocuksu enerjisine ayna tutan yönetmenlik tekniği. Sessiz film dönemine ait bürlesk estetiği, sinemanın görüntüleme ve kurgulama olanaklarının neredeyse tamamını işe koşarak yenileyişi, Yeni Dalga'nın ruhunu, yaratıcılığını eşsiz bir işçilik marifetiyle "yüksek sanat" diyebileceğimiz bir şeye tahvil edişi.
Adeta mutluluğun resmini yapışı. Güzelliğin, sanata özgü güzellik duygusunun, yaşamın içinde de orada öylece durduğunun ve yok edilemeyeceğinin altını çizişi. Onu görmek bize kalmış; tıpkı Jim gibi, tıpkı Jules gibi...
"Cem Altınsaray"
Kavuşmalarımız kör topal, ayrılıklarımız koşar adım....
Ve insan talihi? Bütün bir yazgının küçük bir tesadüf karşısındaki edilgenliği, ya bilinen en zeki yaşam formu olan insanın göz göre gelen hazin sonu, kendi sonunu geri çeviremeyişi, yetmezmiş gibi yangına körükle gidişi... Bu da olsa olsa takip eden bir tema, yönetmenin tüm filmlerinde belli ölçüde hakim olan.
Modernite eleştirisinden, toplumun gerçeklerini dışlayan bohem hayatın sorgulanması ve buradan en küçük toplum olan aile kurumuna geçişte ortaya çıkan sancılara, tek eşlilik-çok eşlilik sorunsalından, kıyıcı kıskançlık olgusuna, varoluşu sanat-aşk üzerinden tanımlama karşıtlığından, bir sanat nesnesi olarak "kadın"a, esarete dönüşen özgürlük hırsından, toplumların ve insanların kaderindeki ortaklığa, savaşa kadar dallanıp budaklanan yollar ve izledikçe açılan katlardan bahsedebiliriz. Jules ve Jim'i zenginleştiren, demode olmasını imkansızlaştıran üç unsurdan biri bu işte: metnin giriftliği, meselenin zaman aşırılığı, güncelliği.
Diğer ikisine gelince... Biri pekala kusursuz bir karakter çalışması ve dipdiri, yaşayan karakter. O günden bu güne yaşlanmayan, çok sevip, bağrımıza bastığımız. Diğeri Truffaut'nun çocuksu enerjisine ayna tutan yönetmenlik tekniği. Sessiz film dönemine ait bürlesk estetiği, sinemanın görüntüleme ve kurgulama olanaklarının neredeyse tamamını işe koşarak yenileyişi, Yeni Dalga'nın ruhunu, yaratıcılığını eşsiz bir işçilik marifetiyle "yüksek sanat" diyebileceğimiz bir şeye tahvil edişi.
Adeta mutluluğun resmini yapışı. Güzelliğin, sanata özgü güzellik duygusunun, yaşamın içinde de orada öylece durduğunun ve yok edilemeyeceğinin altını çizişi. Onu görmek bize kalmış; tıpkı Jim gibi, tıpkı Jules gibi...
"Cem Altınsaray"
Kavuşmalarımız kör topal, ayrılıklarımız koşar adım....
0 yorum:
Yorum Gönder