26.10.2013

Yolcu


Körlük, hayatın gerçek sırlarına açılmak mı, yoksa görünen güzelliklerden mahrum olmak mı? Hayatının büyük bölümünde kör olan bir insan, birden görmeye başlarsa ne hisseder? Başlarda büyük bir coşku duyacağı ve her güzelliğe kendini vereceği muhakkak.. Ya hayatın kendisinin hayalleri kadar zengin olmadığını anlarsa? Ya korkuyu bilmeyen yüreğinin ne kadar büyük korkulara açıldığını fark ederse?

Ortaçağ'da Japon şairleri, hayatlarının tam ortasında şöhret ve maddi güce en fazla sahip oldukları anlarda, her şeyden vazgeçip, bir başka yerde bir başka isimle ve tümüyle farklı bir hayat yaşamak üzere kaybolurlarmış.

David Locke'un kimlik değiştirip başka bir kimlikle yaşamaya kalkışması körlerin görmeye başlamak için yanıp tutuşmasına benziyor. Her insan, hayatının rutinleşmiş kısmını körlük olarak tanımlayıp, "görmeye" açılmaya büyük istek duyar. Kendisinden başka hiçbir yeri olmayan insanın, kaçacak yer arama çabasıdır bu.

Her kaçış bir başka yakalanışa gebedir. Birinci hayatta, körlük mutlaka umudu beraberinde taşır. İkinci hayatta, umutla bağlanılan şeyin boşlukta soğurulduğunu görmek nasıl bir acı verir insana?

Yolcu, sinema tarihinin en muhteşem plan sekanslarından birisiyle biter. Körlüğün ya da görmenin sadece bir perspektif sorunu olduğunu, nefes alan kamarayla özetleyen bir sahnedir bu. Körlüğün ve görmenin hangisinin içinde olduğumuz, tümüyle nereye baktığımızla ilgilidir çünkü..

İyi yolculuklar..

Lhasa de Sela - Anywhere on This Road

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...