BirinciBlog ekibimizden sevgili Burcu 2012'nin en iyi filmi Amour'u yazdı. Şimdi o güzel yazıyı okuyalım.
Bazı yönetmenler vardır. Filmin sonunda
ismi yazmasa bile, O’nun imzası olduğunu bilirsiniz. İşte Michael Haneke
de böyle bir yönetmendir. Elbette Haneke’nin son şaheseri Aşk’tan, ki
ben Amour demeyi daha çok seviyorum, bahsedeceğimi anlamışsınızdır.
Üzerinde çok yazıldı, çizildi. Ben ise bu filmi yazıp yazmamak
konusunda tereddütteydim. Çünkü ne kadar yazarsam yazayım eksik
kalacaktı, olmayacaktı. “Filmin konusunu anlat” diyecek olursanız, “tek
mekanda geçen ve günden güne felçli karısının gözleri önünde çürüyüşünü
izleyen bir adamın öyküsü” mü diyecektim Amour için? Hayır diyemezdim.
Çünkü Haneke’nin bize bu filmle vermeye çalıştığı şey; filmin konusundan
çok, “Sizin için patlayan bir bomba hazırladım” önermesiydi.
İşte buradan yola çıkarak, Amour’un en azından bende bıraktığı etkiyi
kısaca sizlere anlatmaya çalışırsam, daha bir anlam kazanacaktı bu
yazı…
Gelin önce Hitchcock’un o meşhur sözünü
hatırlayalım: “Korku, masanın altında duran bombanın aniden
patlamasıdır. Gerilim ise, masanın altında bir bomba olduğunu bilmektir”
der. Haneke ise Amour’la bunu bir üst basamağa daha taşımış. Zira
filmin ilk karesinde bombanın bu evin içerisinde patladığını açıkça
gösteriyor. Bitirmiyor ve “Şimdi sizlere masanın altındaki bombanın
nasıl patlayacağını göstereceğim” diyor.
Funny Games’i hatırlayın. Haneke, TV kumandasıyla kaçışımızı adeta
imkansızlaştırmıştı bu filmden. İlk teşebbüsünüzde ‘Backward’ tuşuyla en
başa dönüyordunuz. Amour’da ise izleyici ‘yaşlılık’tan gelen bu
şiddetten kaçmak istemiyor. İlk dakikada sonu belli olan bu şidddeti,
sonuna kadar izlemek istiyor.
Aşk nedir? diye sorgulatıyor sonra
Haneke… Özveri mi? Sadakat mi? Yoksa acıma mı? Bana kalırsa, Haneke’nin
vurgusu ‘sonsuz sevgi’ye değil bu filmde. Onun derdi, okşayan ile vuran,
kapıları çekip gitmek, özgür kalmak isteyen ile kapıları kilitleyen,
“vicdan sahibibiyim” diyen ile canavara dönüşen insanla… Yani asıl derdi
olan ‘biz’lerle işini bitirmemiş henüz. Aşkın yarattığı senkronize
ritmin sadece ‘ben’e dönüşmeye başlamasıyla, dengelerin nasıl alt üst
olacağını yüzümüze yüzümüze vuruyor ve yine ‘biz’lere “Sizken ‘sen’e
dönüşünce ne yapardın?” göndermesiyle selam çakıyor.
Sıradan bir hikaye, sıradan görüntüler ve sıradan insanlarla Haneke,
‘aşk’ın altını çizip aşkın ardından ‘olanlar’dan çok, bu kavramın
üzerine hangi anlamların yüklenebileceğini gösteriyor bu filmde. Çünkü
“insanı bu şekilde davranmaya zorlayan tek neden ancak ‘aşk’ olabilir”
diyebiliyorsunuz film bittiğinde…
Haneke aşkı yaşlılık kipinde çekip,
hepimizi tarumar edecek bir baş yapıta imza atmış. Üstad artık, somut
kavramlardan çıkıp, soyuta da uzanarak, düşünsel sinemanın en üst
noktalarında geziniyor ve bizi tam da bu noktada gafil avlıyor. Yoksa
aynı sahnede herkesin aynı anda ağlamaya başlamasını başka türlü
açıklayamayız. Ve ‘biz’ler soyut dünyamıza giren Haneke’ye kapılarımızı
açmaktan çok ama çok memnunuz.
Hoşgeldin kalbimize Haneke…
The Verve - Love Is Noise (Radio Edit)
The House Of Love - I Don't Know Why I Love You