29.06.2012

İki yanlış bir doğru etmiyor


Emir Kusturica’nın Arizona Dream filminin en güzel sahnelerinden birinde filmin kahramanları bir diyalogda şöyle diyordu:

-Grace: İki yanlış bir doğru etmez.
-Axel: Ya ikimiz doğruysak ve diğer herkes yanlışsa?

Geçtiğimiz ay gazetelerin üçüncü sayfalarında ve haber bültenlerinde geçen bir intihar olayı dikkat çekti. İtalyan kadın voleybolcu Giulia Albini, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü geçerken kiralık arabasını durdurdu ve kendini boşluğa bıraktı. Bu olayla ilgili olarak gazeteci Cüneyt Özdemir kendi köşesinde güzel bir yazı yazdı. Aramızda bu yazıyı okuyanlar olduğu kadar, gözden kaçırmış olanlarda olabilir. Kısa bir özet tadında işte o yazının vurucu kısımları.



“Aşk bir ‘sırat köprüsü’ne benzer. Tek başınıza yürürsünüz. O köprüden geçeceğinizin bir garantisi yoktur. O sırat köprüsünün en son kurbanlarından biri Giulia Albini. Hikaye karışık. Mutsuz bir evlilik hikayesi. Adamın başarılı kariyeri. Boşanma döneminin sancıları, arada kalan bir kız çocuğu ve tam da bu döneme denk gelen genç bir yeni kadının aşkı. İtalyanların oynadığı, İstanbul’da geçen bir aşk filmi gibi. Ferzan Özpetek senaryosunu yazsa, bir iki yemek sahnesi ve melek kılığında bir Cem Yılmaz eklese, alın size şahane bir İtalyan aşk ve trajedi filmi. İntihar, büyük bir travma ancak köprüden intihara kalkışmak travmanın içinde gizlenmiş başka bir travmayı saklıyor. İntihar konusunda kafa yoran psikiyatrlara sorarsanız her intihar aslında kalanlara verilen büyük bir mesajı da içinde gizliyor. Bu yüzden intiharın neden gerçekleştiği kadar, nasıl gerçekleştiği de önemli.

Mesela Bodrum ve ilçelerinde intihar eden insanlar genelde bir iple kendilerini bahçedeki bir ağaca asıyorlar. İntiharların neredeyse tamamı böyle gerçekleşiyor. Yörede çalışan doktor bir arkadaşıma bunun nedenini sormuştum. Aldığım cevap ‘pratik’ olmuştu. Pratik. Alıyorsunuz ipi, atıyorsunuz bir ağacın dalına, urgana bir düğüm ve elveda dünya. Bu kadar basit. Basit.


Giulia Albini’yi, kiralık arabasını köprünün üzerinde durdurup intihara götüren nedenler de sahiden bu kadar basit mi? Aşk, basit bir problemin karmaşık çözümüdür. Bir cinnet anını atlatamamak, bir anlık kritik bir köşeyi dönememek, kendi içinde bir kapana sıkışıp kalmak felaket için yeter de artabilir.

Hikayenin erkek tarafı bir jön kadar yakışıklı Eczacıbaşı kadın voleybol takımının antrenörü Yorenza Micelli. Karakoldaki ifadesinde Giulia ile tanıştıklarında eşi ile boşanma aşamasında olduklarını sonrasında ise eşi ile arası düzelince Giulia ile ayrılmaya karar verdiğini anlatmış. Bu basit. Basit.



Giulia bir İstanbul sevdalısı. Arkadaşlarına İstanbul’u ne kadar ne kadar çok sevdiğini söyleyip duruyormuş. Acaba İstanbul’u mu seviyordu yoksa Micelli’nin yaşadığı şehir olan İstanbul’u mu? Aşıksanız bazen bir şehri bir insan gibi seversiniz, bazen de bir insanı bir şehir gibi. Ya da her ikisi. Bu yüzden işinin ehli bir aşık fırtınalı bir aşkın bitiş düdüğü ile aynı şehirleri dolaşıp yeni anılar biriktirmeye çalışır.

Kimi zaman bir aşk ölür diğerinin haberi olmaz. Anlaşılan Micelli’nin içinde ölen aşktan, Giulia’nin çok geç haberi olmuş. Biten bir aşkın ihbarnamesi İstanbul’a hiç de yakışmayan sote bir lokantada bizzat aşkı öldüren adam tarafından kadına tebliğ edilmiş. Giulia’nin, Micelli ile görüşmek için neredeyse 3 gün boyunca bir otel odasında beklemiş. Bekletilmiş bir aşk kadar tehlikelisi yoktur. Aşk gönül gözünü kör ederek işine başlar.

Micelli’nin yine anlattıklarına göre Giulia, Atatürk Havalimanı’na gitmek için yola çıkmış Kemerburgaz çıkışında ise istikametini tam ters yöne çevirmiş. Tek şüphe burada oluşuyor. ‘Acaba anlık değil önceden planlanmış bir intihar olabilir mi?’ sorusu bu manevra ile omuzbaşınıza dikiliyor. Giulia neden sola değil de sağa döndü burası tam bir muamma. Belki kendisini düştüğü o kuyudan birkaç dakikalığına olsun çıkarabilse Kavacık Kavşağı’ndan dönüp Havalimanına doğru yoluna devam edecek.

Olmuyor…



Aşk bir 'sırat köprüsü’dür. Hepimiz tek başımıza ya geçeriz ya da geçemeyiz. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü nerede ise geçtikten sonra arabasını durdurup korkuluklara koşuyor. Kendini boşluğa bırakıyor. Boşluk. Sonrası 3. sayfa hikayesi. Gerçek bir aşkın tek bir kaybedeni vardır: Diğeri ölür.”

Hayatın yazılı olmayan bir kuralı; hiçbir zaman iki yanlış bir doğru etmiyor. Acı ama gerçek…



Girls Names – I Lose

Towards Tonight – Towards Tonight

White Wishes – Happy And Afraid

Kör talihini yenen çocuk


Yaşarken topu görse bomba diye karakola götürebilecek Nicolas Boileau’nün sözü, Balotelli ile endüstriyel futbol arasındaki fırtınalı ilişkiyi Balotelli’nin tüm sözleri ve eylemlerinden daha güzel özetliyor gibi: “Hayat delilerle doludur; deliliğe rastlamak istemeyen kendisini evine hapsetse de yetmez, aynı zamanda evdeki bütün aynaları da kırması gerekir!”

Balotelli biz futbolseverlerin bir nevi dış bükey aynası misali. Hayatta futbol adına yapmak isteyip de yapamadığımız her şeyi yapıyor Balotelli: Dün geceki o 2 sanat eseri gol, hazırlık maçında kaleciyle karşı karşıyayken PES-FIFA 2011 tarzı çalımlar deneyip saçmalamak, sonra da teknik direktörümüze “Deneme maçı değil mi ben de denedim!” demek vs.

Evet, belki hiçbirimiz Balotelli gibi evimizi odamızda havai fişekle oynarken havaya uçurmadık. Ancak hiçbirimiz de Balotelli kadar kolay bir şekilde ev sahibi olamadık! Çünkü bizler en nihayetinde endüstriyel futbolun tüketicisi konumuna indirgendik. Balotelli ise “fast-food futbol çağı”nda uzun süre endüstriyel futbolun en kolay tüketilen yeteneği oldu. Çok kolay kırmızı kart görünce “Günümüz futbolunda böyle sorumsuz, disiplinsiz adamlara yer yok!” diye buyurdu birçok endüstriyel futbol baronu. Ne de olsa o tuzu kuru baronların hiçbiri Balotelli gibi evlatlık olarak büyüme acısını yaşamamıştı. Ve hiçbiri ırkçılık pisliğinden mustarip olmamıştı!


Maalesef “öz İtalyan”ların bir kısmının ruhları, kıyafetleri kadar kibar ve şık değil. Aralarında halen aptal olduğu ölçüde büyük bir cani olan Mussolini’yi “haklı” bulanlar bile var. O yüzden çocukken sadece rengi farklı diye yapılan yüz karası ırkçı hakaretler, Balotelli’nin ruhuna ileride futbol sahasında patlayacak, en çok da kendisine zarar verecek dinamitler yerleştirdi.

BABA PRANDELLİ

Manchester City’deki hocası Mancini bir ara Balotelli’yi kendi evine yerleştirmeyi bile düşündü ama o evi de havai fişekle havaya uçurmasından korktu. Hâlihazırda harika bir taktisyen olan Prandelli ise kariyerinin en büyük işini başardı: Balotelli’nin hayat boyu aradığı baba figürünün ta kendisi oldu. Prandelli ile Balotelli arasındaki ilişki Cantona ile Alex Ferguson’un arasındaki ilişkinin 2012 model versiyonu. Prandelli sayesinde İtalya, Almanya’yı yendi. Ama daha da güzeli Balotelli kötü talihine harika iki gol attı. Allah vergisi yeteneğiyle kötü bir kaderden, harika bir futbol kaderine koştu. 

"Ali Ece"

Hecuba - Killing An Arab

The Range Of Light Wilderness – Happy

Senin ve benim gibi


Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarında her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...

"Hakan Günday"

Wizard Oz – Remain In Night

The Meanest Boys – Lost The Line

28.06.2012

Ne olacaksa olsun


Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi. Ayaklarımın ucuna basarak yürürüm yataktan kalkınca. Tahtalar gıcırdar. Hayır, zamanla öğrenirim hangi tahtaların ses vermediğini.

Sonra ne yaparım? Uyanmadı, çayın hazırlandığından haberi yok diye sevinirim. Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım...

"Tehlikeli Oyunlar"

Derdiyoklar - Yaz Gazeteci

Yma Sumac - Chicken Talk

Martha & The Vandellas - Dancing in the Streets

27.06.2012

Boyalı kuş

Ne çok isterdin değil mi; masanda dingin, suskun, yalnız otururken, çevrende dizi dizi defterlerin, yazı dosyaların, kağıt zarfların, içiçe kalem kılıfların, gözlük kabın, yanında ayrı ayrı sigara paketlerin, bira şişen, yarı dolu bardağın, yazdıklarını temize çektiğin daktilonun başında, kulağında derin bir müzik, bir an, yaptıklarını, yapamadıklarını, yapmakta olduklarını düşünerek dalmışken, dışarıda, karşındaki tülün örttüğü ışığın içinden, akşam yağan yaz yağmurunun berraklaştırdığı ılık havada, parlak öğle güneşi altında, Güney´den gelip birdenbire pencerenin pervazına konan, Poyraz´ın uçuşturduğu açık kahverengi, uçuk gökrengi tüyleriyle, orada, bir an aldırmazca duran, dönen, sonra, bir kez zıplayıp, başını çevirerek, yeniden kanat açıp, sanki kaygısız, tasasız, dertsiz, Kuzey´e doğru uçup giden o ufacık kuş, bir daha gelse ama, bir seferliktir uçuşu; gelmez bir daha..

"Oruç Aruoba"

Kimbilir belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.

Desire – Under Your Spell

Rhubra – Background Noise

Bir sınıf atlama masalı "Ronaldo"


Büyük futbol organizasyonlarında gözler hep yıldız futbolcuların üzerindedir. Ronaldo'da son dönemlerin yıldız kontejyanını dolduran iki önemli isimden biri. Nedendir bilinmez bir türlü sevemedim ben bu adamı. Bakışlarındaki soğukluk, tavırlarındaki iticilik, bilmem kaç beygir gücündeki özgüven, dünyadaki bütün kadınların kendisi için deli olduğunu düşündüğü bir hayal alemi. "Güzel Çocuk" endüstrisinin David Beckham'dan sonra piyasaya sürdüğü son model oyuncak.

Gölgede ve Güneşte Futbol kitabı ile futbolun sadece futbol olmadığını gösteren Uruguaylı entellektüel yazar Eduardo Galeano bakınız Ronaldo için neler demiş. "Yan çizgi boyunca kan ter içinde koşuyor. Bir yanda zafer onu bekliyor, göklere çıkaracak. Öbür yanda ise mahvoluşun uçurumunda duruyor. Tüm mahalle ona gıpta ediyor. Yıldız fabrikadan da, bürodan da kurtulmuştur. Ona eğlenmesi için para öderler. Gazetelere televizyonlara çıkar, kadınlar onun için iç geçirir, çocuklar onu taklit eder. İş adamları onu alırlar, satarlar, kiraya verirler. Oyuncu daha fazla şöhret vaadiyle kendini akıntıya bırakır. Ne denli başarılı olur ve çok para kazanırsa tutsaklığı o oranda artar."


Bir diğer açıdan baktığımız zaman Ronaldo sefaletle geçen çocukluğunun intikamını alıyor bu gösterişli hayatla. Bekçi bir baba ile aşçı bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen yıldız, çocukluğunda hırçın yapısı ile dikkat çekiyormuş. Bu hırçınlığın nedeni elbette kendisiyle alay edenlerin tavırları. O zamanlar kafasına koymuş bugünlere gelmeyi ve kendisiyle alay edenlerden intikam almayı. Zamanla duygularını köreltmeyi ve hayata karşı acımasız olmayı öğrenmiş. Bu öğrenilmiş sadece hayata karşı değil aslında, saha içinde rakip fulbolculara karşıda acımasız olma yönünde. Sahadaki takım arkadaşlarına tavrı ise, onların varlığını ancak attığı golden sonra kendisini kutlamaya geldiklerinde farkediyor. Yenilgiye asla katlanamayan adamın tek kişilik resitali. Özel hayat deseniz, mankenlerin biri geliyor, diğeri gidiyor. Cinsel iştahı futbola olan iştahından kat kat fazla. Orji kavramına değişik anlamlar yüklemede üstüne kimse yok. Giyim kuşam derseniz. Altın zincir, elmas küpe, pahalı bir sürü ıvır zıvır. Seyyar bujiteri dükkanı gibi maşallah. Özetle bir sınıf atlama hikayesinin en görkemli kahramanı o bugünlerde.

Ve günümüzün en büyük endüstrilerinden biri olan Futbol. Her Uruguaylı gibi futbolcu olmak istemiş olan Eduardo Galeano futbolu zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öykü olarak tanımlayıp futbolcu için şöyle bir tanımlama yapıyor. O yapayalnızdır, oyunu hep uzaktan izler. hedef mekandan ayrılmaksızın üç direğin arasında idmanı bekler. Eskiden hakem gibi siyahlara bürünürlerdi. Artık hakemler kara kıyafetleriyle çıkmıyorlar sahaya, kaleciler de renkli fantezilerle süslüyorlar yalnızlıklarını.


Birde hepimizin kızdığı Mario Balotelli diye bir futbolcu var bilirsiniz. Hani şu bazı ırkçı taraftarların onu kızdırmak için maymun yerine koydukları ve maymun sesi çıkardıkları hırçın futbolcu. Bu maymun yerine konan adam senenin başlarında Manchester'daki "John Rylands" Üniversitesi'ne gitti ve öğrencilerin okul kütüphanesine olan tüm borcunu bir kalemde kapatmaya çalıştı. Ancak kütüphane yetkilileri, borçların öğrenciler tarafından kapatılması gerektiğini belirterek, Balotelli'nin teklifini geri çevirdi. Yine Balotelli noel baba kıyafetleri giyerek, Manchester sokaklarında para dağıtan, yılbaşı akşamı Manchester'daki bir otelde 24 evsize oda açtıran bir maymun!

Elbette en çok kimi seveceğinize siz karar vereceksiniz . Gönül bu ota da konar, boka da...

Chromatics – Running Up That Hill

o.r.n. – Small Town Boy

25.06.2012

Sen gittikten sonra



Sen gittikten sonra her şey daha da kötüleşti Kazım.
Buralarda herkes,her gün defalarca ölmekte.
..

Memleketin lazca rock yapan tek grubu Zuğaşi Berepe'nin ardından nefis solo albümlere imza atan "Şair Ceketli Çocuk" Kazım Koyuncu 25 Haziran 2005 tarihinde kanser belası yüzünden aramızdan ayrılmıştı.

Bir zamanlar ekrana boş boş bakıp radyasyonlu çay içen Bakanlar! sizin yatacak yeriniz yok. Vay AMK!...Telaşa mahal yok AMK güzide bir spor gazetemiz...

Ne demişti yağmur yürekli çocuk:

 "Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

Kazım Koyuncu - İşte Gidiyorum

Kazım Koyuncu - Hayde

Grief and nothing


PATRICIA: Dinle. Son cümlesi çok güzel: "Between grief and nothing, I will take grief." Kederle hiçlik arasında bir seçim yapacak olursam kederi seçerim... Sen hangisini seçerdin?

MICHEL: Ayak parmaklarını görtersene... Kadınlarda ayak parmakları çok önemlidir. Gülme.

PATRICIA: Hangisini seçerdin?

MICHEL: Keder saçma bir şey. Hiçliği seçerim. Daha iyi değil ama... keder taviz vermektir bir çeşit. Ya hep ya hiç. Hem artık biliyorum...

Günün Dinleme Önerileri:

- Clap Your Hands Say Yeah "Over And Over Again"
- Block Party "Banquet"
- Peter Sarstedt "Where Do You Go To"
- Jeff Beck "Love Is Blue"
- Kesmeşeker "Yanıyor Tüm Gençliğim"

Günün Filmi:


Jean-Luc Godard "Serseri Aşıklar"


Mutlu Pazartesiler...

jj - High Summer

jj - Big Hearts, Big Dreams

Walk Off The Earth - Somebody That I Used To Know (Gotye Cover)

24.06.2012

Kabul etmeliyim


Kabul etmeliyim, çok kitap okudum. Ben yokolduğumda, bütün bu ciltler hiç belli olmadan değişecek, kenarları daha geniş, düşünce daha gevşek. Evet, çok fazla kişiyle konuştum, bu bugün dank ediyor; her kişi bir topluluktu benim için. Bu kocaman başkası beni istemeyeceğim denli çok kendim yaptı. Şimdi varoluşum inanlımz sağlamlıkta; ölümcül sancılar bile direncime boğun eğiyor. Bağışlasınlar ama kimilerini kendimden önce gömmem gerek...

Mick Harvey - Bonnie and Clyde

George Harrison - While My Guitar Gently Weeps

21.06.2012

Pervane ve Işık



Kendimizi özgür zannediyoruz oysaki sadece ipimizi biraz uzun bırakmışlar. Sınırlara gelince fark ediliyor bu. Dışarı çıkmak isterken kendini cama vurup duran yarı delirmiş karasinekler gibiyken. Sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlaşılabilecek şeyler var.

"Emrah Serbes"

"ah şu yalnızlık
kemik gibi...
ne yana dönsen batar "

Melike Demirağ - Pervane ve Işık

Ex Reverie - The Hanging Garden

20 Best Songs Of 2012 So Far


Senenin ortasında NME dergisi yılın en iyi şarkıları olması beklenen 20 şarkılık bir liste hazırlamış. Listede olmasına sevindiğimiz isimler kadar, keşke bunlar neden yok dediğimiz isimlerde olsaymış. Buyrun liste şu şekilde..

1- Grimes "Oblivion"
2- Death Grips "Get Got"
3- Pond " You Broke My Cool"
4- Jack White "Sixteen Saltines"
5- Sleigh Bells "Demons"
6- Nicki Minaj "Beez In The Trap"
7- Alt-J "Breezeblocks"
8- Savages "Husbands"
9- Django Django "Default"
10- Poliça "Wandering Star?"
11- Plan B "ill Manors"
12- Azealia Banks "Jumanji"
13- Jai Paul "Jasmine"
14- Arctic Monkeys "R U Mine?"
15- MIA "Bad Girls"
16- SpaceGhostPurrp "The Black God"
17- John Talabot "Destiny"
18- Watch The Throne "No Church In The Wild"
19- The Men "Open Your Heart"
20- Haim "Forever"

Grimes - Oblivion

Haim - Forever

Django Django - Default

Denize doğru

Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehirde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda bir takım somut hayaller de vardır. Bir Boğaziçi koyu, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri..

...Beyaz kanatlı kuşlar hep çığlık çığlığa, başımın üzerinde. İçimde sonsuz bir sevinç. Bağırmak istiyorum: Boş ver!

"Orhan Veli"

Golden Birthday – Eqlipst

Blue Boats – Summers Down

20.06.2012

Blue Hour


Fransızca bir deyim olan "l'heure bleue"dan gelen "blue hour" kavramı, günde iki kere, sabah ve akşam saatlerinde ne tam gündüz ne de tam geceyken, alacakaranlıktaki geçiş sırasında gökyüzünde görülen o müthiş maviyi tanımlar. Günün en sevdiğim zaman dilimlerinden biridir bu vakit. Ve benim için bu renkle özdeşleşen şarkı The Smiths'den "There Is A Light That Never Goes Out"dur.

Sizde sevdiğiniz renklerle özdeşleşen şarkırınızı yorum olarak paylaşabilirsiniz..

The Lucksmiths - There Is A Light That Never Goes Out

Loquat - There Is A Light That Never Goes Out

Haydi durma göğe bakalım


Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yanlızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan, "bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla karşılaşabilirsin.

İki ucu keskin bıçaktır bu işin sonu. yaptıklarınla değil yapamadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, "ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır.



Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, kızdın, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı?" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Senin hayatı ıskalama lüksün yok. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü birşey değil. Sen mutluluğu hiç bir zaman bağlamadın ki...Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç girmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Uzun zamandır görmediğin arkadaşlarınla görüşeceksin yine. Yine onun için bıraktığın tüm güzelliklere geri döneceksin. Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Elbet değerini bilecek, verdiğin değeri hakedecek biri çıkacak karşına. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini... Sen de bulacaksın seni gerçekten seveni...

"Hazel Çalıcıoğlu"

Young Galaxy – Shoreless Kid

Sterile Cuckoo – Stella

Observer Drift – Corridors

19.06.2012

Çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı


Biliyor musunuz, Antik Çağ'da efendiler, köle çocukların doğmasına izin vermişler, onları yedi yaşına gelmesine de katlanmışlar ama o yaşa gelince başlarına der olacak diye öldürmüşler. 'Çocuğun yüksek yararı'na ne büyük saygı değilmi?!

Sonra zaman değişmiş, insanlık gelişmiş, kölelik kalkmış ve savaşlarda alarmlar koymuşlar çocuklar ölmesin diye; ama bir akıllı kalkıp 'atom bombası' yapıvermiş. İşte bu bomba 'çocuğun yüksek yararı'nı düşünüp, onları bir anda yok edivermiş. Tam da Fareli Köyün Kavalcısı'nda olduğu gibi. Ne hoş değil mi?



Daha sonra ise "Aman" demişler "çocukları öyle kavalcının peşine takmayalım, azıcık sahip çıkalım!" Çıkmışlar da. Onları hızlı büyütelim diye hormonlu yiyecekler yapmışlar, bir de üstüne Çernobil'i patlatıp radyasyon yayıvermişler. Neler mi olmuş sonra? Neler olmamış ki? Üç bacaklı, iki kafalı çocuklar doğmuş ardından. Ne ilginç değil mi?

Daha daha sonra, hatta daha öncesinden "çocuklar biz sizi çok seviyoruz!" deyip onları sınavsız bırakmamışlar. Sınavlar çocukları öyle mutlu etmiş ki hepsi sabahtan akşama kadar oynamışlar hayallerinde...Ne güzel düş değil mi?

Sonra anneler, babalar ve de hatta yönetenler, sizin için en iyisini biz düşündük deyip onlara okullar, meslekler seçmişler, hatta eş bile seçmişle; o da yetmemiş çocukların eğitimine en iyi biz karar veririz deyip o zahmetten de kurtarmışlar çocuklarımızı. Ne şans değil mi?

Artık 'sonra' demek zor belki, her çocuklar doğmuş, kimi şanslıymış sevgiye gelmiş, gülmüş sevinmiş. Kimi ise yokluğa yoksulluğa açmış gözlerini. Kimini çöpe atılmış bulmuş insanlar, kimini cami avlusuna.



Dünyaya gelen her canlı elbette ve mutlaka yaşamayı hak eder. Bunların en başında çocuklar gelir. Onların bir başka mutlak hakkı vardır: Çocuk olma özgürlüğünü yaşamak. Hiç kimse bir çocuğa "senin karnını doyurdum, sırtını giydirdim yeter!" deme hakkına sahip değildir. Yetmez.

Çocukluğun en önemli gereksinmesi 'doyumsuz sevgidir'

Geçen bana bir çocuk şöyle dedi:

"Amca, bizim yüksek yararımız varmış ama onu o kadar yükseğe koymuşlar ki, ben göremiyorum. N'olur söyle de şu amcalar teyzeler bizim yüksek yararımızı boyumuza indirsinler; onu biz de görelim!"

Elçiye zeval olmaz...

"Necdet Neydim" Öğretim Üyesi

Black Box Recorder - Child Psychology

Neon Indian - Children of the Revolution

15.06.2012

Yengeç Adam


Örümcek Adam, Türk olsaydı... Ya topal kalmıştı ya da ölüydü. Nasıl mı?

Şimdi bu, gökdelenlere falan tımanıyor ya, hani bunun kahramanlığı bu ya, tırmanarak işi götürüyor. Bir kere Türkiye'de gökdelen falan kısıtlı. Bu da mecburen, daha çok apartmana, dört katlı kaçak villaya tırmanacak.

Amerika'da tırmandığında, herkes kim kime, dum duma.

Burada biri apartmana tırmanacak olsa ortalık ayağa kalkar.

"Şahin Abilerin apartmanına hırgız giriyor. Yetişiiin!" Bütün mahalleli doluşur. Elde odun, levye, Allah ne verdiyse... Şimdi yan apartmana kaçsa olmaz. Oranın çatısı, balkonu da dolu.

- Gel gel gel, buraya gel de verem ağzını burnunu eline.
- Polis çağırmayın oğlum. Bunun polis, karakolu ben olacağım inşallah.
- Len röntgenci.
- Abi, bu ölü sevici olmasın?
- Burada ne işi var lan, morga gider o zaman. Röntgenci bu.
- Bak nasıl tırmanıyo şerefsiz, gurgağa gibi. Gurbağa Adam diyelim buna
- Hıdır Abi, kurgağa tırmanamaz ki yengeç o.
- Doğru, Yingeç Adam olsun.
- Güzel isim oldu.

Şimdi ağ atarak da kurtulamaz. Ağla maksimum 5-10 kişiyi yakalarsın, oysa 100-150 kişi toplanır seni dövmeye.

Hadi bir şekilde karanlığa aktın, kimse görmedi.

Dış sıvalar çürük, idareten yapılmış olduğundan, bu sefer de apartmanın sıvasıyla birlikte altıncı kattan çat diye yapışırsın yere.

Hastaneden çıkamaz Yengeç Adam...

"Ahmet Şerif İzgören"

Dirty Projectors - Dance For You

Dirty Projectors - Useful Chamber

Boğulmak


İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' ne anlamlı bir söz değil mi? yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlardır, suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve birgün gelir suda boğulur.

"Hermann Hesse"

Elizabeth Fraser - Moses

Cranes - Jewel

14.06.2012

Doğayla dost bir tatil rehberi


Bu yaz tatile çıkacakların kafasını karıştırmak için, benden bir tatil rotası hazırlamam istendi. Benden çıkacak rota haliyle doğa ile uyum içinde olan yerlerden oluşuyor. Evrensel turizm anlayışına sahip, doğayı yok etmek değil onu koruyarak turizmin parçası haline getirmeyi amaçlayan ve bunu başaran yerleri sizlere anlatacağım. 

Doğa ile konfor bir arada! 

Kabak Koyu (FETHİYE)


Turizmin; doğayı katletmek olmadığını anladığımızda umarım vakit geç olmaz. Ne demek istediğimi anlamak için Baba Dağı’na çıkın ve Fethiye’ye bakın. Göreceğiniz şey beton denizidir. Ancak Fethiye’de doğayla uyum içinde yaşamak isteyenler için bir yer var: Kabak Koyu! Burada koya yukarıdan bakan, doğa ve konforun birleştiği yer olan Shambala ise şahane! Arıtmasında bile doğanın korunmasını amaçlayan Shambala ‘Sürdürülebilir Turizm’ anlayışına güzel bir örnek. Tatilden istediğiniz her şeyi doğanın içinde bulabilmeniz için tasarlanan bu yer, muhteşem manzaraya da sahip. Daha ne olsun?

Bu kıyıda dalga hiç yok  

Selimiye (MARMARİS)


Marmaris’e 45 dakika mesafede, küçücük bir köydür Selimiye. Son zamanlarda popüler olmaya da başladı. Çok sakin bir koyda yer alan Selimiye’de dalga neredeyse hiç yok. Bu yüzden teknelerin sevdiği bir durak. Hele Muhammed’in Yeri’nde yemek yiyenler unutmazlar burayı. Köyde yine doğa içinde çok güzel küçük bir işletme bulunuyor: ‘Beyaz Güvercin’.

Mübadelenin tanığı 

Kayaköy (FETHİYE)


Ölüdeniz’e 30 dakika mesafede bulunan Kayaköy, mübadelenin canlı tanığı. Rumların terk edilmiş evleri hüzünlendirir, melankoli yaşatır insana. Bu küçük köyde son zamanlarda eko-turizmin başarılı örnekleri sergileniyor. Özellikle ‘Misafir Evi’ favorim. Yemekler organik ürünlerle hazırlanıyor. Tesiste kimyasal ürün de kullanılmıyor. Ayrıca ‘’Levissi Garden’’ın şarap mahzeni gördüğüm en zenginlerden...

Keşke el değmese! 

Gideros (CİDE)


Kastamonu’da bulunan hırçın Karadeniz’in bu sakin koyu, mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Hatta yazarken düşündüm ‘’Acaba yazmasam mı?’’ diye. Kıyısında birkaç çay bahçesi, balık lokantası ve pansiyon olan bu yeri hiç tanıtmasak mı? Hep böyle bakir kalsa! Gideros, karışık ağaçlarla kaplı ve yemyeşil örtüyle çevrili zümrüt yeşili bir göl sanki.

Dünyanın en güzel koyu: Gökova 

Gökova (MUĞLA)


Bu listeyi yaparken fazla göz önünde olmayan yerleri seçmeye çalıştım. Ama bir yer var ki onu liste dışında bırakmak hıyanet olurdu. Türkiye ’nin en güzel, dünyanın da en güzel (ki dünyanın en güzel koyları birliğinin tek üyesidir) koylarından biri olan Gökova. Maalesef ülkemizde güzel olanı ele geçirip onu yok etmeyi çabalayanların hışmına uğramıştır Gökova. Dünyanın en kirli enerjisi olan ve küresel ısınmanın en büyük suçluları olarak gösterilen termik santrallardan üçü Gökova ve çevresindedir. Hele bir tanesi var ki; dünyalar güzeli kumsala sahip Ören’de yapılmış olan santral. Yıllarca filtresiz çalıştırılmış olan bu santrallar artık filtreli. Ancak bu halleri bile çevreye verdikleri zararın büyüklüğünü engellemiyor.

Sudan yansıyan orman fotoğrafı 

İğneada (KIRKLARELİ)


İğneada Avrupa’nın en büyük longoz (su basar) ormanına sahip. Bu orman, barındırdığı zengin habitatın dışında suyun yeşille birleşmesinden dolayı güzel manzaralar sunuyor. Ormanın suya yansımasını en iyi fotoğraflayacağınız yerlerden biri İğneada. Buranın bir diğer özelliği de ‘altın kumsalı’. Kumsalın altın gibi parıldamasının sebebi, kumun içinde yer alan altın zerrecikleri. 

Doğada olmanın mutluluğu Marmaris’te 

BÖRDÜBET (MARMARİS)



Plansız ve çirkin yapılaşma Marmaris’in en büyük sorunu. Ancak bu coğrafya aslında güneyin en ormanlık alanıdır. Marmaris ve devamında Datça’da birçok koy hem bakir hem de çok ilginç tatil imkânları sunuyor. Bunlardan biri Marmaris’e sadece 15 dakika mesafede olan Bördübet Köy. Burada iki işletme farklı müşteri gruplarına hizmet veriyor. Club Amazon ve Golden Key. Amazon daha uygun fiyatlara tatil yapmak isteyenler için doğru adres. Golden Key ise biraz daha konforlu tatil yapmak isteyenlere önereceğim yer. Ancak her iki işletme de muhteşem Marmaris doğasının içinde, doğayla uyum içinde tatilin ve işletmelerin de olabileceğinin en iyi örneği. Doğaya zarar vermeden hatta onun nimetlerinden faydalanarak yapılacak tatilin çok daha keyifli olduğunun, ete kemiğe bürünmüş hali Bördübet! Burada kuş sesleriyle uyanmanın, mutlak sessizliğin ne olduğunu anlıyorsunuz.

Mavi turun incisi: Knidos 

DATÇA-Knidos


Hazır Marmaris taraflarındayken Datça’ya doğru uzanalım. Bedem ağaçları çiçek açtığında, tüm ağaçlar sanki üzerlerine kar yağmış gibi bembeyaz olurlar. Tabii badem ağaçlarıyla dolu Datça da ilkbaharda bembeyaz olur. Ama Datça’da benim favorim Knidos’tur. Geçmişin bu zengin liman kenti şimdi sadece tekneyle gelenlere hizmet ediyor. Mavi yolculuğun olmazsa olmazı Knidos belki de Türkiye’nin en güzel manzarasına sahip antik kenti. Maalesef 2006’dan beri kazı yapılmayan bu kentin özellikle günbatımı muhteşem. Kıyısında küçük ama keyifli bir işletmenin de bulunduğu Knidos’u mutlaka görün. 


Vedat Atasoy "Radikal"


Shaky Snakes – Summer Gov’t Blues

Wymond Miles – Pale Moon

Vaktin varsa


Vaktin varsa gel bir şeyler içelim.
Oturup konuşalım.
Ben Cemal Süreya’yı anlatayım, sen sıkıl.
Vaktin varsa gel hayatı anlayalım.
“Obama şimdi ne yapıyordur lan acaba?” diyelim.
Ben gözlerine bakayım, sen utan.
Vaktin varsa Mısır’a gidelim. Şöyle iki rekat isyan edelim
Ben bir şeyler anlatayım, sen anlama.
Vaktin varsa Türkiye’ye dönelim.
“Gözlerin,” de bana. “Ne kadar da güzel.”
Ben teşekkür edeyim, sen gül.
Eğer biraz vaktin varsa...

"Emre Yüksel"

Ceremony – Send Me Your Dreams

A Place To Bury Strangers – Mind Control

13.06.2012

İki yanlış bir doğru etmez


Grace tuhaf bir kızdır. İnsanın ruhuna işleyen güzellikte akordeon çalar, Haşmet Asilkan misali kaplumbağalarını çok sever, sürekli sigara ve alkol içer, sık sık intihar etmeyi dener. Turgut Uyar'dan çok güzel şiirler okur bol yıldızlı gecelerde. Grace hayatı olduğundan fazla ciddiye almaktan yorgun düşmüştür. Hayal kurmak onun için büyük bir ütopyadır aslında. Aşık olduğunda, şehirler değiştirmeye karar verdiğinde, filmin en güzel sahnesinde şöyle der Grace:

-Grace: iki yanlış bir doğru etmez.
-Axel: Ya ikimiz doğruysak ve diğer herkes yanlışsa?

Sahiden bu hayatta belkide sadece ikimiz doğruyduk ve farkında olmadan yenildik koca bir yenilgiler tarihinde...

Mariee Sioux - Lovesong

Bat For Lashes - A Forest

Tek yasak


Her yer buram buram adaletsizlik kokuyor. Çivisi çıkmış bir dünyanın hayata ulumalar eşliğinde vedası. Tıpkı Sartre'ın dediği gibi:

"Yasa bakımından, hepimiz aynı düşünce özgürlüğüne sahibiz. Ama, gerçekte, açlıktan, soğuktan ölen bir kimse için düşünce özgürlüğünün ne anlamı olur? Ya da okuduğu gazeteler taraflı ya da danışıklı iseler, haber alma ve verme işleri özgür değilse, ya da kafaları şişirip altüst etmek amacıyla yapılan çatışmaların sürekli baskısı altında kalırsa, o kimse için düşünce özgürlüğünün de anlamı mı kalır?"

Şairin söylediği gibi:

"Özgürlüğün geldiği gün 
O gün ölmek yasak!"

Gangi - Fire In Cairo

Army Navy - Jumping Someone Else's Train

12.06.2012

Biraz da sinema: La Carnada


La Carnada denizden gelmiş bir kadının, Maria'nın öyküsüdür. Peru'da geleneksel bir balıkçı köyünde yaşayan Maria ve köy sakinleri hayat mücadelelerinin ve ağlarla örülü hayallerinin ortasında, deniz akıntıları benzeri gelgitler yaşamaktadırlar. Teknesinde, balıkçılıkta ısrar ederek geleneklere karşı gelir ve her zaman duygusal nedenlerle denize yeniden döner.

Ay güneşin ve yalnızlık deliliğin kız kardeşidir.

Denizin değişken doğası insanoğlunun doğasındaki eziyetlerle yakından ilintilidir. Böylece, denizin değişkenliği artar ve ana karakterlerin aydınlık ve karanlık taraflarını tamamlar. Öykü, Peru'nun kuzey kıyısında bulunan küçük bir balıkçı kasabasında insan ilişkilerinin ve duygularının karmaşıklığıyla ilgilenmektedir. Metinde dahi hayat mücadelesinin acımasız olduğu yerde hayallerin devam ettiği vurgulanmaktadır. Ancak, ödenmesi gereken bir bedel vardır. Hayallerin gerçekleşmesi ağır bir yük altına girmeyi gerektirmektedir.

Exlovers - Wicked Game

Frida Hyvönen - Pony

Ufuk çizgisi


Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçebilir. Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Tüm bunlar huzur veriyor gibi görünse de insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerde yatar, bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz.

"Into The Wild "

Eddie Vedder - Hard Sun

Eddie Vedder - Rise

11.06.2012

Ankara’da yaşamanın 10 hali

BirinciBlog sitesindeki yazılarım devam ediyor. Ankara'yı 10 maddede ele aldığım yazım için şöyle buyrun...

BirinciBlog olarak bir şehirde yaşamanın en güzel yanlarına şimdiye kadar İzmir, İstanbul, Londra gibi şehirlerde değindik. Sevgili Emrah başkan Ankara’yı ancak sen yazabilirsin diyerek topu bana attı. Öncelikle bu şehirler içinde en zor yazılacak olan şehir Ankara’dır. Çünkü Ankara’yı delice sevmek yerine bu şehrin kendine özgü metaforları üzerinden bir yazı yazmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Ankara başka şehirlere benzemez. En başta devlet ciddiyetinin sokaklara kadar işlediği gri bir şehirdir ve Ankara’nın gri sokaklarıyla anılabilecek tek kelime yabancılaşmadır. Burası senkronize yalnızlığın başkentidir. Bu yüzden başka şehirlerde yaşayan insanların en çok eleştirdiği kenttir. Bir İstanbullu için çoğu zaman sıkıcıdır, birçok İzmirli içinse tutucu ve muhafazakar. Aslında bir şehri sevmekte temel mesele tutunabileceğin bir dal bulmaktır çoğu zaman. Şairin dediği gibi “Bir şehri sevmek aşka bahane aramaktır.” Bu nedenle Ankara’da aşık olmak zordur, hadi oldun diyelim bunun sürdürülebilir olması daha zordur. Ağır sevdaların melankoliye gebe halidir Ankara sokaklarında tek başına dolaşmak. Tıpkı benim gibi kalbi kırık bünyeler için. Tamam tamam kızmayın bu Küçük Emrah ruh halini bırakıp asıl konumuza dönelim ve on maddeye başlayalım o zaman.

ANKARA’DA ÖĞRENCİ OLMAK

Cidden Ankara’da üniversite okumak ve öğrenci hayatı yaşamak çok zevklidir. Sonuçta burası çok pahalı bir şehir değildir. Özellikle ODTÜ-Bilkent-Beytepe şeytan üçgeninde okuyan öğrenciler için Kurtuluş ve Cebeci semtleri öğrenci nüfusunun hakim olduğu bölgelerdir. Bu semtlerde toplam 100.000 insan yaşıyorsa bunun 80.000’i öğrencidir. Her Eylül ayında sokaklar ev arayan gençlerle dolar, 3 kişiyi bir araya getirip ev tutabilenler şanslıdır, diğerleri öğrenci yurtlarının yolunu tutarlar. Okullar açıldığında Kızılay ve Sıhhiye’den bu üç üniversitenin kampüslerine Eskişehir yolundan bir akın başlar. Bir arkadaşımın dediği gibi bu kendi çapında bir “Kavimler Göçü”dür. Bu göç esnasında birçok aşk meşk olayı yaşanır duraklarda, otobüs ve dolmuşlarda. Bilen bilir Ankara üniversite camiasında Hacettepe ve Bilkent’in güzel kızları, ODTÜ’nün yakışıklı çocukları çok can yakar.


KAMPÜS HAYATI

Ankara’da öğrenci olmanın diğer bir güzel yanı, üniversite kampüslerinde yaşanan güzel senelerdir. Kampüsler ormanlık ve güzeldir. Özellikle ODTÜ’nün yerleşkesi efsanedir. Bu okullarda okuyan öğrencilerin bu kısmı kampüslerde yer alan yurtlarda yaşayarak bir komün hayatı kurarlar. Kendi aralarında para yerine hala takas sistemi geçerlidir. Yöresel ürünler el altından arkadaş çevresinde dolanır. Herkes karnını doyurur bir şekilde. Şehirden kampüse  Eskişehir yolunun trafiğinde yapılan yolculuk birçok akıl almaz muhabbete gebedir. Okula yeni başlayanlar “abi ODTÜ’nün kampüs şekli ABD’ye doğru tabanca şeklindeymiş”, “birader Bilkent kantininde burslu ve köpekler giremez yazıyormuş”, “Hafız Beytepe öğrenci evlerinde iki kişi sevişiyormuş, güvenlik görevlisi gelmiş biraz yavaş sevişin demiş” şeklinde şehir efsaneleri ile Ankara’ya ilk ısınma turlarını atarlar.

YEME-İÇME KÜLTÜRÜ

Ankara’nın kendine özgü bir yeme-içme kültürü vardır. Ankara simidinin tadı bir başkadır. Ankara döneri, Ankara Tava, gibi başında Ankara geçen birçok lezzeti vardır. Kafe kültürü gelişmiştir. Ayrıca en az İstanbul ve İzmir kadar güzel balık restoranları vardır ve balıklar her zaman tazedir. Sakarya’da yenilen kokoreç ve ucuz biranın tadı çok başkadır. Ankara Armudu denen biçimsiz meyvenin lezzeti inanın çoğu meyvede yoktur. Nasıl İstanbul’un ıslak hamburgeri, İzmir’in Kumru’su varsa Ankara’nında ASPAVA’ları vardır. Şimdi bir başka maddede bu aspava olayına girelim.

ASPAVA


Açılımı Allah Sağlık, Para, Afiyet, Versin, Amin şeklinde olan Ankara’ya özgü lokantalar zinciridir. Genellikle Esat bölgesinde sıralanmış olan bu lokantaların sonu mutlaka ASPAVA ile biter, başında ise başka isimler bulunur. Genellikle bol soğan soslu dürüm söylenir, yanında cacık, salata ve soslu patates gelir. İkram olarak çay, sigara yasağından öncede kamyoncu sigarası olan uzun Marlbora verilirdi. Lezzetlidir, çok pahalı değildir ve resmen adam gibi doyarsın. Hikayenin başına dönersek ASPAVA’nın bir gazeteci yazarın roman kahramanının sözü olduğu söylenir. 60’lı yılların başında Ümit Deniz isimli gazeteci yazarın polisiye romanlarının kahramanı olan Murat Davman bir bara gider, bir içki söyler ve çevresindekilere “Şerefe” yerine “ASPAVA” derdi ve içkisini içerdi. Nereden nereye.


PAVYON KÜLTÜRÜ VE ANKARA OYUN HAVALARI

Özellikle Behzat Ç. dizisi sayesinde özenle yaşatılmaya çalışılan bir alt kültürdür. Pavyona gitmenin, oturmanın ve eğlenmenin bir adabı vardır. Özellikle bu konuda tecrübe sahibi kişiler ile gidilmesi önerilir. Yoksa yolunmuş tavuğa dönme ihtimaliniz vardır. Köyünde mahsulü satmış parasını cebine koymuş bazı çiftçi kardeşlerimizin buralarda kumpasa düştükleri bilinir. Sermayeyi kediye yükleyip tıpış tıpış köylerine dönerler. Özellikle Ulus bu kültürün başladığı yer olarak bilinir. Ulus ve Talatpaşa civarında daha salaş yerler mevcuttur. Bir nevi Tarlabaşı havası dersek yanlış olmaz. Maltepe civarı ise bir küçük Rusya olmasından dolayı daha nezih sayılır. Rusya’dan gelen ablalarımız bu civardaki pavyonları renklendirir. Daha üst tabakaya hitap eden yerler ise Çankaya civarında bulunur. Yeri nerede olursa olsun eğlence anlayışı temelde aynıdır. Mutlaka Ankara Oyun Havaları icra eden bir kardeşimiz sahne alır. İsim değişir ama başındaki Angaralı sıfatı asla. “Ankaralı Mahmut, Ankaralı Hatice, Ankaralı Muhittin falan filan.

TUNALI-KIZILAY-BAHÇELİ ÜÇGENİ
Bu üçgen bir Ankaralı’nın hayatının %90 kısmını geçirdiği temel bir yaşam alanıdır. Tunalı Hilmi caddesi, Konur Sokak, Bahçeli 7. Cadde bu rotanın ana noktalarıdır. Kuğulu Parkta başlayan sohbetiniz bir bakmışsınız 7. Caddede volta atarken bitmiş. Özellikle 7. Caddeye geldiğinizde son model arabalarıyla tur atan ve kendilerini dünyanın en çok arzu edilen erkeği sanan dingiller bakkal müzikleri eşliğinde çok can sıkıcı olabiliyor olsa da bu üçgen sevilir sayılır.

PARKLAR

Ankara’da her bünyeye her siyasi görüşe her yaşam biçimine hitap eden parklar bulunur. Kuğulu Park, Seğmenler, Gençlik Parkı, Güven Park, Botanik Parkı, Altınpark, Göksu, Harikalar Diyarı, Abdi İpekçi, Kurtuluş, Meclis Parkı bunlardan en bilinenleridir. Kuğulu Park’ın çok özel bir ruh hali vardır. Hemen yakındaki Kıtır’dan bir kokoreç alınır, ekmek kuğularla paylaşılır. Ardından oranın seyyar demirbaş çaycısından bir çay içilir. Özellikle kışın kar yağdığında buranın ayrı bir güzelliği olur. O yüzden Ankara’ya en çok yakışan mevsim kıştır. O gri rengin yerini beyaz alır. Seğmenler parkında çimlere uzanıp keyfinize bakabilirsiniz. Edebinle içki içersen pek karışan olmaz. Sevgilinle burada çimlere uzanıp evlilik hayallerine dalabilirsin. Yaratıcı evlilik teklifleri için burası biçilmiş kaftandır. Öyle ki biraz ararsan kemancı bile bulabilirsin. Gençlik parkı her ne kadar yenilenmiş olsa da, Kadıköy-Pendik hattı minibüsündeki ruh hali halen devam etmektedir. Sevinç gösterilerinin merkezi Güvenpark’tır. Siyasi eylemlerin başlangıç noktası ise Abdi İpekçi Parkı. Daha muhafazakar aileler için Altınpark, Harikalar Diyarı gibi yerler önerilir. Elbette birde deniz kadar olmasa da Eymir gölü suyla buluşmak için en güzel tercihtir. Ayaklarını suya sokup bıcı bıcı yapabilirsin.
 
SAKARYA CADDESİ

Bu caddenin havası ne İstanbul’daki Nevizade’de vardır, ne de İzmir’de Kordon’da. Her telden her yaştan insanın sadece içmek için buluştuğu bir saat kulesinin altı gibidir burası. Ucuz bira ve yemek mekanıdır. Ne tarz müzik ararsan bulabilirsin. Kapanmadan önce SSK iş hanı ile burası birbirinden ayrılmayan bir bütün gibiydi. Buranın kendine özgü kuralları vardır. Örneğin üniversiteli öğrencilerin takıldığı mekanlara özellikle hafta sonu kesinlikle damsız giremezsin. Öyle ki bir konser için önceden bilet almışsındır. Kalabalık bir erkek popülasyonu eşliğinde gelirsen bilet paranı geri iade edip seni eve “Fatmagül’ün Şuçu Ne”yi izlemeye gönderebilirler. Kimi Ankara gençliği bu sorun için Melih Gökçek amcasından yardım istemektedir. Çok şükür üniversite yıllarımda ben böyle bir sorunla pek karşılaşmadım.


SİMGE YERLER VE SEMT İSİMLERİ

Anıtkabir Ankara için en önemli simgedir örneğin. Tehlikesiyle bilinen Çinçin Mahallesi, Maltepe Pazarı, Sıhhiye Köprüsü, Ankara Kalesi, İtfaiye Meydanı, Atakule bunlara birer örnektir. Özellikle Maltepe Pazarı bir döneme damga vurmuş bir yerdir. Yeni yerine taşınınca o eski cazibesini yitirmiştir son dönemde. Bir dönem burası korsan cenneti sayılırdı. Korsancıların bile bir felsefi olurdu burada. Örneğin burada Ulus’taki gibi “abi hayvanlı Cd lazım mı?” diyen soran olmazdı. Aldığın korsan Cd’de genelde son şarkılar olmazdı. Ankara’nın yer isimleri bir tuhaftır. İvedik, Dikmen, Dikimevi, Karapürçek, Etlik, Karakusunlar bunlara birkaç örnek. İnsan Tarabya, Etiler, Nişantaşı, Beyoğlu gibi isimleri düşünce tuhaf kaçıyor kimi zaman. Birde yabancı cadde isimleri vardır. Simon Bolivar, Arjantin Caddesi, Filistin Caddesi, Thomas Edison Caddesi, Kennedy Caddesi. Sanırsın Kennedy’ye bu caddede suikast yapıldı. Tuhaf ama eğlencelidir.

ANKARA NEDEN SEVİLMEZ

Bu son maddede bu şehrin neden sevilmediğine dair görüşlere değinelim istedim. En başta Ankara plansız ve çirkin mimarinin başkentidir. Mimarlık harikası! kavşakları ve üst geçitleri ile şehrin ruhunun içine edilmiştir. Ne bir meydan ne de arabaların olmadığı keyifle gezilecek kaldırımlar vardır. Adam utanmasa arabasını balkonuna koyacak. Şehir sanki insanlar için değil de sadece arabalar için yapılmış. Gri tonlu devlet binaları her yerdedir. Bu şehirde herkesin bir Milletvekili tanıdığı vardır mutlaka. Çevirme yapan polislere halen bilmem benim dayım şu partiden milletvekili, haritadan yer beğen edebiyatını yapan denyolar vardır. Bu şehir dünyada turist gelmeyen belki de tek başkenttir. Gelenler ise sadece yolunu şaşırmış Japon turistlerdir. Ve bu şehrin en büyük bombası Melih Gökçek elbet. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de doğal olarak çoktur.

Öyle işte kısaca Ankara’ya değindik. Es geçtiğimiz yerler, dokunmadığımız mevzular olmuşsa afola diyorum.

Hayaldi gerçek oldu!


İçimde ona karşı tarifi imkansız bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını, saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum...

Günün dinleme önerileri:

- Sizzla "These Are Days"
- Le Tigre "TKO"
- Bryan Ferry "These Foolish Things"
- Seyyal Taner "Naciye"
- Lloyd Cole "Perfect Skin"

Günün Filmi:


Tony Bui  "Three Seasons"

Mutlu Pazartesiler...

Seapony – What You Wanted

Seapony - Where You Go

8.06.2012

Her kadın


Hisli bir adamın dediği gibi:

Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır...

Feist - Sea Lion Woman

The Kings of Convenience - Toxic Girl

Blonde Redhead - Elephant Woman

6.06.2012

Babamı Bir Şöhret Olarak Düşünmemiştim


Joy Division'ın solisti Ian Curtis'in kızı Nathalie Curtis, o bir yaşındayken ölen babasının yaşamını anlatan Control filminin setinde yaşadıklarını anlatıyor, "intihar ettiği için babama kızgın değilim" diyor.

Punk müziğin, hatta "müziğin" yeri doldurulamaz, benzersiz duraklarındandır, Joy Division. Dinleyenler bilir. Punk'ın kendine has "yüksek karakteri"ni inşa eden, post-punk döneme bu müzikal şımarıklığı, karanlığı, bilgeliği artık olmayan bir grup olarak taşıyan da Joy Division.

Herşey bu kadar "güzellik" üzerine kurulu değil tabii, "joy division" Nazilerin kamplardaki genç kadınların kaldığı ve subayların kadınları seks işçisine dönüştürdüğü bölüme verilen ad.

Control, Joy Division'un solisti Ian Curtis'in biyografisi niteliğinde bir film.Curtis'in karısı Deborah Curtis'in "Touching From a Distance" adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmeni Anton Corbijn, Curtis'i Same Riley, Deborah'yı Samanta Moerton oynuyor.

Nathalie Curtis, hatırlamadığı babası Ian Curtis'in yaşamının çekildiği filmin setinde nasıl hissettiğini The Guardian'a anlatmış...

Acaba bir çocuk için babasının yaşamını ve ölümünü sette izlemek nasıl olmuş? 

"Üç yaşımdayken annem; babam Ian Curtis'in ben henüz bir yaşındayken öldüğünü ve bir şarkıcı olduğunu anlatmıştı. Şarkıcı bir babamın olması bana, tüccar bir amcamın olması kadar normal geldi. "Love Will Tear Us Apart"ı radyoda dinlediğimi hatırlıyorum ve bir biçimde tanındığını anlamıştım, ama onu asla bir şöhret olarak düşünmedim. Büyüyordum, ne ben ne de annem öyle göz önünde değildik. Joy Division da çok popüler değildi, daha çok kült bir gruptu.



Bütün müzikler Joy Division'ın düzeyinde sanmıştım...


"Closer" albümlerini ilk dinlediğimde babamların yaptığı müziğin bu dünyanın dışından birşey olduğunu düşündüm. Ve dünyada bütün müzikler o entelektüel düzeyde yapılıyor sandım. Sonra biraz daha büyüdüm ve herşeyin babamın müziği kadar olağanüstü olmadığını keşfetmekle bir sarsıntı yaşadım."

Başlangıçta Control'ün setine gittiğimde bezgindim, fotoğrafçı Anton Corbjin babamın hayatını filme alırken sette olmayı istemiyordum. Annemin hatırı için gittim. Macclesfield'da çekim başladığında gitme fırsatını teptim.  Macclesfield sarhoş, taze , inişli çıkışlı olduğumda gittiğim bir yerdi, kendi iniş çıkış anılarımı babamın intiharıyla sona erecek bir filmle bağdaştırmak istemedim. Sonra azar azar merakım arttı, "fotoğraf"la da ilgileniyordum zaten, artık filme daha yakın hissediyordum kendimi. O bakışın süreci ve bitişini kolaylaştıracağını hissettim. 

2006 Ocak'ta filmin çekildiği Nottingham'a gittim. Sınırdaydım. Çok tuhaf hissettim. Ailemin partilerini yeniden yaratmak için 70'ler havasını taşıyan bir bungalov yapmışlardı. Tabii ne kadar gerçekçiydi bilmiyorum. O zamanlar daha doğmamıştım.  Önce babamı oynayan Sam Riley'le tanıştım. 70'lerdeki Ian saç kesimiyle gerçekten çok tatlı görünüyordu. Hepimizin hayat ettiği Ian Curtis gibi değildi. Sakar hissetti önce biraz, ben öyle sandım. Sonra onunla gizlice sigara içtim. Ian'ın 'eğer sigara içmiyorsan benim çetemde olamazsın' dediği sahnesini gördüğümde, çok yardımcı olamadım ama biraz kikirdemesini sağladım.

Annem o kadar korkunç kıyafetler mi giyiyordu...

Sahne aralarında annemi oynayan Samanta Moerton'la tanıştırıldım. Sonra o gece karanlık "trendy" bir klübe davet edildik, oradan sonra Samanta'nın nişanlısıyla yaşadığı daireye gittik. Ellerimi tuttu, küçükken annemin yaptığı gibi. Oyuncular beni setin bebeği gibi gördü herhalde, tanıştığımızda "Debbie" peruğu yoktu ama sonra sabaha kadar rolü ve notları üzerine konuştuk. 

Sanırım bu notlar da annemin kitabından. Onunda benim yaşlarımda bir kızı vardı. Annemin 1980'lerde dinlediği David Bowie, ve Durutti Column's Sketch For Summer'lardan oluşan bir playlisti vardı. 

Film çekilmeden önce her gün Samantha havaya girmek için müzik dinliyordu. Onunla zaman geçrimek beni rahatlattı. Tam olarak annem gibi görünmese de iyi bir iş çıkaracağına emindim. O ve Sam daha büyük görünmelerine rağmen annem ve babamın 20'li yaşlardaki hallerini oynuyorlardı. Annem daha salaştı filmde. Bu kadar korkunç kıyafeftler giydiğini düşünemezdim.

Nothingm pub'da müzik kaydı sahneleri çekilirken epeyi  tuhaf hissettim. Orası Joy Division'un Manchester Rasfters'da çaldığı günleri canlandıran sahneler çekildi. 

Grubun siyah beyaz fotoğraflarına bakarak büyüdüm o siyah beyaz fotoğrafların cazibesi fotoğrafçı olmamı sağladı. Ama birden önümde renkli üç boyutluydular. Davulcu Steve Morris'i oynayan Harry Treadaway eskiden gitar çalıyordu. Diğerleri daha önce  hiçbir enstrüman çalmamış. Ama çok çalıştılar ve herşeyin yolunda olmasını sağladılar.

Harry beni öğle yemeğine götürdü ve Macc aksanını bir bisiklet dükanındaki konuşmaları kaydedip dinleyerek mükemmeleştirdi. Joy Division olmaya girişmek  de şaka yollu gerçek bir grupa dönüşecekti neredeyse. Herkes herkesi canlandırdığı karakterin ismiyle çağırıyordu: Barney, Steve, Ian and Hooky.



Kolay değildi babamın herşeyle başetmesi... 

Babama 1979'da epilepsi teşhisi konmuştu. Babam ruh hali bozukluğu ve depresyondan da mustaripti. Şimdi öyle değil ama 70'lerin sonunda bunların üçü birden insana nasıl bir ağırlık yüklüyor,  tanrı bilir. Bunun tedavisine de yan etkiler yükleri vardı.  Sanki epilespi ve tedavi  bir arada depresyonu alevlendirmiş gibiydi. Bununla başetmenin bir yolu da yoktu. 

İnsanlar durmadan 'Neden kendini öldürdü?' diye soruyorlar. Bana çok açık görünüyor: Depresifti.  Gitarist Bernard Sumner bana babamın sahneye çıkmadan içtiğini söyledi o da sahnedeki performansını açıklıyor çünkü alkol nöbeti tetikliyodu. Nöbet ışıkla da uyku eksikliğ ve stresle de tetiklenebiliyor. Ian'ın yaşam biçimi ve evliliğe uyum sağlayamaması da gerilimi artırmış olmalı.

Babam intihar ettiği için ona kızgın değilim 

Asla babam intihar ettiği için ona kızgın hissetmedim kendimi. Ya da herşey filme aktardıldı diye duygusallaşmadım da çünkü işkence çekmemiştim.

Sette çok güldük annem grubun hep böyle haylaz ve eğlenceli olduğunu anlattı bana. Joy Division asla benden uzağa gidecek birşey değil. 

Bitiş partisinde bana gerçek bir grup gibi görünen aktörleri izlemek ilginçti, birden karakterilerine dönmüşlerdi. Bebek sahnesinde bozguna uğradım. herkes sevinç içindeydi 'Bak bu sensin' dediler. O gece daha çok içtim tabii. Filmin bittiğini izlemek de zordu. Ama neticede sadece bir filmdi.

Bu yazıyı Nilüfer Zengin The Guardian'ın 22 Eylül tarihli sayısından çevirdi ve derledi.  
http://bianet.org/

Joy Division - Love Will Tear Us Apart

Stanton Miranda - Love Will Tear Us Apart

Swans - Love Will Tear Us Apart
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...