"Müzik, nesneleri doğrudan doğruya temsil etmez; ama insanın ruhunda onları gördüğümüz zaman hissettiğimiz duyguların aynını uyandırır."
Jean-Jacques Rousseau
Eski Ahit'de yazıldığına göre, Tanrı'nın (daha sonra düşmüş melekler olarak anılacak) kimi oğulları, babadan gizli olarak kadınlarla ilişki kurmuşlar ve bu ilişki(ler)denkötü ruhlar doğmuştu. (Tekvin 6: 1-5) Çölde inzivaya çekilerek yıllarca ekmek, tuz ve otla beslenen münzevi Philon, Platoncu düşüncelerinin de etkisiyle, İbranilerin salt putperestlerin tanrıları olarak lanetledikleri bu kötü ruhların (Daimones'lerin) da gerçekte ikinci derece iyi güçler olduklarını yazıyor ve onları, Yakup'un düşündeki merdiveni ( Tekvin 29: 11-13) inip çıkan melekler arasında sayıyordu. Ama, Philon'un kendileri hakkındaki bu olumlu yargılarının asi meleklere hiçbir yararı olamazdı. Tanrı'nın krallığından kovulmuşlardı bir kez.
Lanetlenmek ve kovulmak, Tanrı'nın gözünden ve gönlünden düşmüş muhalif melekler topluluğuna önderlik eden ve apocalptic yazında kendisinden Jammael ya da Samjaza adlarıyla da söz edilen Stan'ın yüreğini önüne geçilmez bir öç alma duygusuyla doldurmuştu. Önce yılan şeklinde Eden Bahçeleri'ne girerek insanoğlunu bilgi ağacına dokunmaya ve bilginin meyvesini dişlemeye kışkırttı. Sonra da, kuyruklu bir maskara kılığına girdi. Tanrı ve melekleri taklit etti. Şimdi sıra kutsal olan her şeyi makaraya almaya gelmişti ve Satan'ı iflah olmaz bir asi yapacak olan da asıl bu maskara (simia) kimliğiydi. Amacına ulaşabilmek için insanoğulları arasında sapkınlığa en yatkın olan sanatçının ruhuna girdi. Büyük ve kozmik düşlerle erişilemeyen ve görülmeyen bir öte-dünya arayışı içinde olan ve daha da önemlisi, daima düzene kafa tutmuş kahramanlara (Satan da onlardan biri değil miydi? Bakunin, Satan'ın "ebedi ve ezeli başkaldıran, ilk özgür düşünen" olduğunu yazmıştı) hayranlık duyan bu serüvenci ve dekadan ademoğlu da ruhunu şeytana vermeye dünden razıydı. Böylelikle, bu baştan çıkarıcı ruh rehberi ile ozan (Poe ve Baudelaire'in hermetique dizeleri), ressam (Bosch, Fuseli..) ama özellikle müzisyen arasında çağlar boyu sürecek bir dostluk ve işbirliği başlamış oluyordu.
Çok eski çağlardan başlayarak müziği duyguların merkezi olan kalbe diğer bütün sanatlardan çok daha dolaysız işlediğine ve insan ruhunda ani ve köklü değişimlere yol açtığına inanılıyordu. Francis Bacon, Sylva Sylvarum (1627; Ormanlar Ormanı) adlı yapıtında işitme duyusunun ruhlara diğer duyulardan çok daha hızlı ulaştığını yazmıştı. Belki de bu nedenle şeytan, kutsal olanı tersyüz etmede ve insanoğlunu baştan çıkarmada müziği ve müzisyeni öncelikle yeğlemişti. Müzik taşıdığı "okült manyetizma" sayesinde dinleyeni vecd haline getirerek ruhunu bedenden alıp götürüyordu.
Oysa başlangıçta müzik, evrensel ahengin şiirsel sembolü sayılıyordu. Sir Thomas Browne, Religio Medic'de (1635) en vülger müziğin bile 'ilk besteciye' (Tanrı'ya9 derin bir bağlılık duygusu uyandırdığını vurguluyordu. Sir Thomas Browne'ye göre müzik, sadece kulağı hoşnut kılan duygusal seslerden oluşmuyordu. Çok daha yüksek düzeydeki bir uyumun anlatımıydı. Kökleri Hermetisme ve evreni matematik bir düzen olarak tasarlayan Sisamlı Pythagoras'ın sayı gizemciliğine dek uzanan düşünceye göre de müzik, varolan tüm varlıkların birliğini sağlayan değişmez yasaların anahtarıydı. Evrenin hiyeroglifik ve karanlık sureti. Müziğin temel ilkeleri keşfedilebilirse evrenin tüm gizleri de çözülebilirdi. İşte tam da bu edenle müzik, matematik, geometri ve astronomi ile birlikte Ortaçağ'ın dört yüksek iliminden birini oluşturuyor ve 'quadrivium'u bütünlüyordu. Güneşin evrenin merkezi olduğu ilkesine dayalı Kopernik öğretisini benimseyen Kepler bile, göksel düzenin ve matematiksel uyumun müzikte duyulan armoniye benzediği yolundaki eski görüşleri terk etmeyecek ve Harmonius Mundi (1619) adlı yapıtında Kopernikçi düşünceyle çelişerek gezegenlerin devinimlerini müziğin dili ve işaretler sistemiyle açıklamayı sürdürecekti.
Kutsal olan her şeyi alt üst etmeye and içmiş olan şeytan, öncelikle müziğin (ve dolayısıyla evrenin) özündeki bu kutsal uyumu bozmayı aklına koymuştu. Çünkü, bilgi ancak kaosda olanaklıydı. Kuşku düzen içinde değil, ancak kaos içinde doğabilirdi. Hristiyan ilahilerinin, takdis ayinlerinin karşısında şeytan da artık karanlık dönemlerin ve büyülü zamanların sesleriyle dokunmuş kendi şarkılarını söylüyordu. Şeytanın müziğine akort edilmiş çalgılar çalınmıyordu. Aynı perdeden (una voce) seslerin yerine karmaşa, kutsal ve meleksi müziğin tam karşıtıydı.
İskenderiyeli Clement, Phion, Arion gibi şarkıcıları birer sahtekar olarak lanetlerken İsa'nın gerçek Orpheus olduğunu yazmıştı. Ortaçağ köy panayırlarında dans müziği çalan minstrel'ler ise, kilise tarafından şeytanın elçileri (Ministri Satanae) kabul ediyor ve katı hiyerarşi üzerine kurulu toplumsal yapıdan dışlanıyorlardı. Dünyevi toplumdaki tabakalaşmanın semavi toplumdaki katmanlaşmaya denk düştüğü ve gezginci halk ozanlarının da, tıpkı şeytanın korosuna katılarak cehenneme giden düşmüş melekler gibi, sapkın insanlar oldukları yönünde bir inanç gelişmişti.
Gezginci halk ozanı, Musica'nın kökenindeki teolojik ve teorik bilgiden yoksundu. O halde, müzik bilgisini özümsemiş Musicus'dan (gerçek müzisyen) ayrılması gerekiyordu. Kilise bununla da yetinmedi: Us dışılığı nedeniyle Minstrel'i hayvanla kıyasladı ve böylelikle şeytan, minstrel ve hayvan arasında, alaycılık yüklü bir fantezi olmanın ötesinde de anlam taşıyan ve zamanla bir kimlik karmaşasına dönüşecek olan hısımlık ilişkisi doğdu. Dans eden kalabalıkları, maskeli baloları, şölenleri betimleyen resimlerde hayvan maskı takmış minstrel sık sık rastlanan bir figürdür. Bu resimlere daha dikkatli bakıldığında çalgıkarın üzerine kazılmış hayvan süslemeleri görülebilir. En gözde müzisyen hayvanların başında maymun (iflah olmaz bir maskara), eşek, ayı, yaban tavşanı ve domuz geliyordu.
Doğada yalnız ve korumasız olan ilk insan; fırtına, rüzgar ve suya düşen taş sesinin kötü ruhlara ait olduğuna inanarak ürkmüştü. Daha sonraki çağlarda, çalgıdan yükselen tınıların şeytanın tutsak aldığı ve işkence ettiği ruhun çığlıkları olduğuna inanıldı. Platon, bazı çalgıların erkeksi ve iyi müzik, bazılarının ise kadınsı, kötü müzik, sefahat müziği için olduğunu ileri sürmüştü. Ortaçağ gecelerinin koyu karanlığında kilise çanları kötü ruhları uzaklaştırmak için yankılandı. (Oysa aynı sesler sonraki yüzyılların gelişkin müziğinde romantik çağrışımlar uyandırmak için kullanılacaktı.) John Chrysostom (m.s. 400 dolaylarında), kirata ve flütün şeytanıntörenlerinde ve sefahat alemlerinde çalındığını savlıyordu. Hieronymus Bosch'un astroloji, büyücülük ve simya ile ilgili simgelerin zengişleştirdiği ve karabasanlardan fırlamış garip, korkunç kurmaca canavarların cehennem korkusu uyandırdığı resimlerinde, çalgılar lanetlenmişlerin üzerinde ezaya uğradıkları infaz ve işkence aletleri olarak çizilmiştir. German folklorunda ise şeytan, büyücülerin ölümü üzerine ahenksiz sesler çıkaran trombonlar çalar.
Müziğin şeytansı bir tutku olduğuna ilişkin söylenti çağlar boyu kulaktan kulağa dolaştı. Heretik düşünceleri geliştirdi ve özellikle düşgörücüler ve okült feylezofları tarafından zengişleştirilen bir yazın doğdu. Şarkılarıyla ağaç ve kayaları yerinden oynatarak Pluto'yu cezbeden Orpheus'un büyüsünü yakalamayı amaçlayan besteler de yapmış olan Marsilio Ficino'nun metinlerinde müziğin dünya ruhunu etkileme ve taşıma gücüne sahip olduğu örtük olarak belirtilmişti. Ficino, Mısırlı teolog Hermes Trismaqistus'a ait Asclepius başlıklı metni tefsir ederken bu görüşü daha açık bir anlatıma kavuşturmuş ve sözü geçen metinde tılsım, koku ve müziğin katkılarıyla ikonlara can verme sanatının ayrıntıl anlatımını okumuştu. Aqrippa ise, evreni Pythagorasçı sayılar biliminin ve İbrani harflerinin Kabbalacı çözümleriyle açıkladığı De Occulta Philosophia (Gizlici Felsefe) adlı yapıtında Tanrı ve doğayı anlamada en iyi yolun büyü olduğunu savunuyordu.
17. yüzyıl sonlarında Kopernik'in heliocentric öğretisi egemenlik kazanmıştı. Artık evrenin merkezinde güneş vardı. İnsanoğlu kendisini fragmanlara ayrılmış çok geniş bir mekanda yapayalnız buldu. İçinde yaşadığı dünya ile cennet arasındaki ilişki iyiden iyiye kopmuştu. Müzik de evrenin özündeki ahengin imgesi olma özelliğini yavaş yavaş yitirdi. Sadece akustik olarak ölçülebilir ses idi, artık. Sofistike ve retorik figür olarak şeytan da sahneden çekilebilirdi. Misyonunu tamamlamıştı. İnanç çağı yıkılmış, kuşku çağının kapıları aralanmıştı.
"Halil Turhanlı, Meleklerin Düştüğü Yer"
0 yorum:
Yorum Gönder