İlk defa okuldan kaçtığımda 16 yaşındaydım. Eskişehir'in
gerçekten eski olduğu yatılı okul yıllarıydı. Devlet ciddiyetinin
içimize işlendiği ama boyumuzdan büyük hayallerimizin olduğu bir dönem.
Soğuk bir kış günüydü. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Bir bayram
öncesi bir grup arkadaş okuldan kaçmak için plan yaptık. Salinger ile yeni tanıştığım bir dönemdi. Ona dair ne bulursam okuyordum. İçimde gizliden gizliye bir Holden Caulfield
hayranlığı vardı. Okulun parmaklıklarından kaçış ve Enveriye
İstasyonu'ndan trene kaçak biniş. Hiç unutmam o gece tren, nazi kamplarına ölüm taşıyan o karanlık katarlar gibi kalabalıktı. Dışarısı gece olmasına rağmen lapa lapa yağan kardan dolayı bembeyazdı. Ve o Eskişehir'in içine işleyen ayazı. O zaman hızlı trenler yoktu. Mavi Tren'in boş koridorlarının birinde Sümerbank bavulumun üzerine uzanmıştım. Aklıma Cemal Süreya dizeleri geldi;
Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni..
Kompartımanlarından birinden Ahmet Kaya'nın 'Kum Gibi' şarkısı yükseliyordu.
Hayatımda bir şarkının bu kadar tesirli olabileceğini bir daha hissetmemiştim. Üşüyorsun ama içinde bir yanardağ alev püskürtüyor. Kokusunu, hacmini, cismini bilmediğin bir duygu. Tuhaf bir tat; ekşi ve acı arasında ama lezzetli. Hayat o an kum saatinden dökülürcesine damla damla ilerliyor. Bavuluma sarılmışım, boşta kalan elimle buharlanan camı siliyorum. Mavi Tren'in o raylara vuran tıkırtısı eşliğinde gökyüzüne bakıyorum. Şehirlerden uzaklaştıkça yıldızlar daha parlak oluyor. O zaman "işte bu benim yıldızım" demek daha kolay oluyor. Şehirler sahte ışıklarıyla duygular gibi çoğu şeyi gizliyorlar.
Sonunda eve varış. Elbette arkadan
oğlunuz okuldan kaçtı temalı bir telefon ve okula dönüşte alınan bir ton
ceza. Ama içimdeki coşkuyu hatırlıyorumda, her şeye değmişti bence. Bazen bir anlığına yaptığın bir çılgınlık ömre bedel oluyor. Değiyor mu peki? Değiyor arkadaş. İliklerine kadar değiyor.
Ve babalarımız. Bizim kuşağımızın babaları biraz sertti. Onların hiç bir zaman ruh halinin mevsimi bilinmezdi. İçlerindeki sevgiyi hep ikinci plana atıp doya doya sarılmaya korktular. Ama belkide haklıydılar. Onlar bu çoğrafyada iki tane darbe gördü. Hapislerde yattılar, işkence gördüler. Sonuçta hapishanelere her dönem mevcut düzene karşı çıkan sistem muhaliflerini sindirme ve teslim almak gibi bir misyon verilmişti. Özellikle darbe dönemlerinde her şey işkence nedeniydi. Nedene de gerek yoktu aslında. Boyun eğdirme ve mutlak itaati sağlama adına dizginsiz bir politika izlendi babalarımız üzerinde. Buralarda onlara özellikle herkesin asker olduğu söylendi. Askeri bir disiplin eşliğinde askeri sayım düzeni, tekmil zorunlu spor, yat-kalk saatleri, askeri marşlar gibi zorunlu dayatmalar tam bir itaat düzeni eşliğinde sayısız kere yapıldı. Belki bu yüzden babam sürekli rüyasında aynı marşı sayıklıyordu dolunaylı gecelerde. Ve sonra bir gün babalarımız eve döndü. Küskün ve umudunu yitirmiş bir vaziyette. Her zaman sert görünmek zorunda kaldılar. Belki o yüzden bizlerde sevdiklerimize sıkı sıkı sarılıp gitme diyemedik.
Sonrası mı? Geriye sadece kırık bir “Pinokyo” bisiklet ve ekmek almaya giderken aşık olduğumuz kızlar.
O günden sonra, “Babalar hep perşembe, anneler hep cuma oluyordu...” Ve çavdar tarlalarına özgürlük geldiği gün biz tekrar aşık olacağız....
Ahmet Kaya - Kum Gibi
0 yorum:
Yorum Gönder