8.05.2014

Sıcak ve kuru yaz akşamları


Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı, denize kıyısı olmayan ama denize yakın bir şehre yine yaz gelmiş ve okul bitmişti.

Eskiden yazları çocuklar genelde akrabalarının yanında çıraklık yaparlardı. Biraz para kazanıp, harçlığını çıkarsın, hem de biraz hayatı tanısın diye düşünürdü sert bakışlı babalar. “Eti senin, kemiği benim” diyerek bizi teslim ederlerdi esnafa. Zaten yazın iki seçeneğin olurdu; ya çıraklık, ya da Kuran Kursu. Ben tercihimi yapmış. Dayımın yanında çıraklığa başlamıştım. Çok havalı bir işi vardı; “Altın Tamircisi.” Nasıl derler el emeği, göz nuru. Altın üzerinde bir cerrah ustalığı ile çalışırdın. Asla ellerin titrememeliydi. Özetle hata yapmaya asla lüksün yoktu. Gelen-giden müşteriler usta demeye başlamıştı bana. Ortaokulda okuyan bir çocuğa usta demek, çok havalıydı. Mahallenin çocuklarına hava atıyordum. Oğlum ben artık usta oldum. Zaten o zamanlar usta kelimesi sadece zanaatkarlar için kullanılırdı. Keyifli bir işti benim için. Hayatın içinden birçok hikayeye şahitlik ediyordum. O 15 m2’lik dükkanın içi bir küçük Türkiye oluyordu. Çıraklığın sorumluluğu içinde, dayımı bir akraba gibi değil bir usta gibi görüyordum. Getir-götür angaryaları kadar işi de öğrenmeye çalışıyordum. Sonuçta babalar oğlan okumazsa elinde bir zanaati bulunsun isterdi. “Ufak bir dükkan açarız geçinip gidersin” derlerdi. Zaten eskiden babaların çok sağlam bir cümlesi vardı: “Ya okursun ya sanayiye gidersin.”

 
O zamanlar küçük esnaflar, hiper, süper, makro, mikro marketlere ve AVM’lere karşı yenilmemişti. Daha doğrusu o kirli savaş henüz başlamamıştı. Esnaflar arasındaki dayanışma, sevgi, saygı ve komşuluk ilişkisi çok sağlamdı. Çay, meyve, yemek ikramları. Akşam serinliğinde sokakta topluca oturulur, tavla seansları yapılırdı. Oradan hacı amcamız lafını söylerdi. “Oynamayın şu zıkkımı, tavla oynamak domuz eti yemek gibi haramdır.” Bu esnada ekonomi masaya yatırılır, biraz başbakana sövülür, maç muhabbeti sonrası, dükkanlar genelde aynı saatte kapatılırdı.

Bizim dükkanın tam karşımızda ayakkabı satıcısı bir komşumuz vardı. Hakiki deri kundura ayakkabı satardı. Bu nedenler gözleri hep yerde olurdu. “Dost başa, düşman ayağa bakar” misali gelip geçen herkesin ayakkabılarını incelerdi. Ben de bu durumdan nasibimi almıştım. Giydiğim spor ayakkabılara bakarak, “Bunlar hakiki deri değil” derdi. İçimden “Ben de ne bok olduklarını biliyorum.” diyerek gülümserdim. Memur çocuğunun ayakkabıları o kadar oluyordu o zamanlar. Bu ayakkabıcının kendisi gibi gıcık, Turgut Özal’ın gençliğine benzeyen tombul bir oğlu vardı. Düğünlerde org falan çalıp, şarkı söylüyormuş. Hiç dinlemedim, sanırım dinlemekte istemedim. Bileğinde isminin yazılı olduğu altın bir künye, boynunda ince baklava desenli yine altın bir kolye ile Devran Çağlar gibi dikilirdi dükkanın kapısında. Bu duruşuyla tıpkı yazın Almanya’dan memlekete akın eden gösteriş meraklısı Alamancı gençlere benzerdi. Her yaz böyle bir Alamancı furyası yaşanırdı. Akrabaları ziyarete gelen gurbetçiler bol bol para harcar. Bu yaz akrabalardan kimi kiminle evlendirip Almanya’ya yerleştirelim diye hazırlıklar yaparlardı. Zaten yaz bitmeden düğün yapılır, taze gelin ya da damatlar Almanya’nın yolunu tutarlardı. Bu Alamancılar bizler için kutsal müşteri katagorisine giriyordu. Esnaflar olarak bu para harcama merakından nasibimizi alırdık. “Mark geçiyor mu?”, “İşte biz Almanya’da böyle, şöyle yaptık”, “Dazlaklara şöyle daldık”, “Almanya’da bunun kralı var inan” cümleleri eşliğinde yazı geçirirdik. Çok tuhaftır bu gurbetçiler Arap Şeyhleri gibi altına yatırım yaparlardı. Altın bir statü ve gösteriş unsuruydu. Boyna takılan at nalı gibi altın kolyeler, bilekte parlayan kelepçe büyüklüğünde bileklikler…

 
Çıraklığın keyfini sürerken, bu civcivli aylar “ulan hergele” lafı eşliğinde yediğim bir tokat yüzünden sona erdi. Evdekilere posta koydum, “ben o adamın yanında bir daha çalışmam.” Sonra sadece tek gün sürecek serbest ticaret hayatım başladı. Evet ticarete atılıyordum. Çıraklıktan gelen parayla, yanıma kuzenimi alarak sabahın köründe soluğu simitçi fırınında aldım. Artık kendi işim vardı. Patron olmaya doğru ilk adımı atmıştım. Zaten Sakıp Sabancı’da bu yollardan geçmemiş miydi? Sıcak sıcak simitleri aldık ve yola koyulduk. Daha yüz metre gitmeden ilk satışı yaptık. Paranın kokusu çok tatlı gelmişti. Öğleye doğru beyne işleyen sıcak, şişen ayak tabanları ve kesat giden işler nedeniyle patron olmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını anladım. Sonra elimizdeki son kozu kullanarak B Planına geçtik. Normalde simitçilerin girmesi yasak olan otogara kaçak girdik. Önemli bir satıştan sonra bizim farkımıza vardılar. Sonrası tabanlara kuvvet. Hayatımda hiç o kadar çok koşmamıştım. Hava kararmaya başlamıştı, elimizde 5-10 simit kalmıştı. Paraları saydık, bölüşümü yaptık. Sonuç hiçte umduğum gibi değildi. O gün karar verdim, ticaret bana göre değildi, beni ancak okumak paklardı. Zaten eşe dosta göre de kafam çalışıyordu. Bu çocuğun geleceği parlak derlerdi. Bir gün Cumhurbaşkanı olacak.

Ertesi gün biraz surat yaparak dayımın yanında tekrar işe başladım. Zaten kısa bir süre sonra okullar açıldı ve benim çıraklık maceram bir sonraki yaza kaldı. Sonrasında okuduk bir şekilde, iş güç sahibi olduk. Yıllar sonra o ayakkabıcının önünden tekrar geçtim. Yine ayakkabılarıma baktı; “bunlar hakiki deri” dedi. “Evet bu sefer hakiki deri” diyerek karşılık verdim usulca. Sonra o adam bir daha asla ayakkabılarıma bakmadı...

Cem Karaca - Tamirci Çırağı

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...