Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı, denize kıyısı
olmayan ama denize yakın bir şehre yine yaz gelmiş ve okul bitmişti.
Eskiden
yazları çocuklar genelde akrabalarının yanında çıraklık yaparlardı.
Biraz para kazanıp, harçlığını çıkarsın, hem de biraz hayatı tanısın
diye düşünürdü sert bakışlı babalar. “Eti senin, kemiği benim” diyerek
bizi teslim ederlerdi esnafa. Zaten yazın iki seçeneğin olurdu; ya
çıraklık, ya da Kuran Kursu. Ben tercihimi yapmış. Dayımın yanında
çıraklığa başlamıştım. Çok havalı bir işi vardı; “Altın Tamircisi.”
Nasıl derler el emeği, göz nuru. Altın üzerinde bir cerrah ustalığı ile
çalışırdın. Asla ellerin titrememeliydi. Özetle hata yapmaya asla lüksün
yoktu. Gelen-giden müşteriler usta demeye başlamıştı bana. Ortaokulda
okuyan bir çocuğa usta demek, çok havalıydı. Mahallenin çocuklarına hava
atıyordum. Oğlum ben artık usta oldum. Zaten o zamanlar usta kelimesi
sadece zanaatkarlar için kullanılırdı. Keyifli bir işti benim için.
Hayatın içinden birçok hikayeye şahitlik ediyordum. O 15 m2’lik dükkanın
içi bir küçük Türkiye oluyordu. Çıraklığın sorumluluğu içinde, dayımı
bir akraba gibi değil bir usta gibi görüyordum. Getir-götür angaryaları
kadar işi de öğrenmeye çalışıyordum. Sonuçta babalar oğlan okumazsa
elinde bir zanaati bulunsun isterdi. “Ufak bir dükkan açarız geçinip
gidersin” derlerdi. Zaten eskiden babaların çok sağlam bir cümlesi
vardı: “Ya okursun ya sanayiye gidersin.”
O
zamanlar küçük esnaflar, hiper, süper, makro, mikro marketlere ve
AVM’lere karşı yenilmemişti. Daha doğrusu o kirli savaş henüz
başlamamıştı. Esnaflar arasındaki dayanışma, sevgi, saygı ve komşuluk
ilişkisi çok sağlamdı. Çay, meyve, yemek ikramları. Akşam serinliğinde
sokakta topluca oturulur, tavla seansları yapılırdı. Oradan hacı amcamız
lafını söylerdi. “Oynamayın şu zıkkımı, tavla oynamak domuz eti yemek
gibi haramdır.” Bu esnada ekonomi masaya yatırılır, biraz başbakana
sövülür, maç muhabbeti sonrası, dükkanlar genelde aynı saatte
kapatılırdı.
Bizim dükkanın tam karşımızda
ayakkabı satıcısı bir komşumuz vardı. Hakiki deri kundura ayakkabı
satardı. Bu nedenler gözleri hep yerde olurdu. “Dost başa, düşman ayağa
bakar” misali gelip geçen herkesin ayakkabılarını incelerdi. Ben de bu
durumdan nasibimi almıştım. Giydiğim spor ayakkabılara bakarak, “Bunlar
hakiki deri değil” derdi. İçimden “Ben de ne bok olduklarını biliyorum.”
diyerek gülümserdim. Memur çocuğunun ayakkabıları o kadar oluyordu o
zamanlar. Bu ayakkabıcının kendisi gibi gıcık, Turgut Özal’ın gençliğine
benzeyen tombul bir oğlu vardı. Düğünlerde org falan çalıp, şarkı
söylüyormuş. Hiç dinlemedim, sanırım dinlemekte istemedim. Bileğinde isminin yazılı olduğu altın bir künye, boynunda ince baklava desenli
yine altın bir kolye ile Devran Çağlar gibi dikilirdi dükkanın
kapısında. Bu duruşuyla tıpkı yazın Almanya’dan memlekete akın eden
gösteriş meraklısı Alamancı gençlere benzerdi. Her yaz böyle bir
Alamancı furyası yaşanırdı. Akrabaları ziyarete gelen gurbetçiler bol
bol para harcar. Bu yaz akrabalardan kimi kiminle evlendirip Almanya’ya
yerleştirelim diye hazırlıklar yaparlardı. Zaten yaz bitmeden düğün
yapılır, taze gelin ya da damatlar Almanya’nın yolunu tutarlardı. Bu Alamancılar bizler için kutsal müşteri katagorisine giriyordu. Esnaflar
olarak bu para harcama merakından nasibimizi alırdık. “Mark geçiyor
mu?”, “İşte biz Almanya’da böyle, şöyle yaptık”, “Dazlaklara şöyle
daldık”, “Almanya’da bunun kralı var inan” cümleleri eşliğinde yazı
geçirirdik. Çok tuhaftır bu gurbetçiler Arap Şeyhleri gibi altına
yatırım yaparlardı. Altın bir statü ve gösteriş unsuruydu. Boyna takılan
at nalı gibi altın kolyeler, bilekte parlayan kelepçe büyüklüğünde
bileklikler…
Çıraklığın keyfini sürerken, bu
civcivli aylar “ulan hergele” lafı eşliğinde yediğim bir tokat yüzünden
sona erdi. Evdekilere posta koydum, “ben o adamın yanında bir daha
çalışmam.” Sonra sadece tek gün sürecek serbest ticaret hayatım başladı.
Evet ticarete atılıyordum. Çıraklıktan gelen parayla, yanıma kuzenimi
alarak sabahın köründe soluğu simitçi fırınında aldım. Artık kendi işim
vardı. Patron olmaya doğru ilk adımı atmıştım. Zaten Sakıp Sabancı’da bu
yollardan geçmemiş miydi? Sıcak sıcak simitleri aldık ve yola koyulduk.
Daha yüz metre gitmeden ilk satışı yaptık. Paranın kokusu çok tatlı
gelmişti. Öğleye doğru beyne işleyen sıcak, şişen ayak tabanları ve
kesat giden işler nedeniyle patron olmanın sanıldığı kadar kolay
olmadığını anladım. Sonra elimizdeki son kozu kullanarak B Planına
geçtik. Normalde simitçilerin girmesi yasak olan otogara kaçak girdik.
Önemli bir satıştan sonra bizim farkımıza vardılar. Sonrası tabanlara
kuvvet. Hayatımda hiç o kadar çok koşmamıştım. Hava kararmaya
başlamıştı, elimizde 5-10 simit kalmıştı. Paraları saydık, bölüşümü
yaptık. Sonuç hiçte umduğum gibi değildi. O gün karar verdim, ticaret
bana göre değildi, beni ancak okumak paklardı. Zaten eşe dosta göre de
kafam çalışıyordu. Bu çocuğun geleceği parlak derlerdi. Bir gün
Cumhurbaşkanı olacak.
Ertesi gün biraz surat
yaparak dayımın yanında tekrar işe başladım. Zaten kısa bir süre sonra
okullar açıldı ve benim çıraklık maceram bir sonraki yaza kaldı.
Sonrasında okuduk bir şekilde, iş güç sahibi olduk. Yıllar sonra o
ayakkabıcının önünden tekrar geçtim. Yine ayakkabılarıma baktı; “bunlar
hakiki deri” dedi. “Evet bu sefer hakiki deri” diyerek karşılık verdim
usulca. Sonra o adam bir daha asla ayakkabılarıma bakmadı...
Cem Karaca - Tamirci Çırağı
0 yorum:
Yorum Gönder