“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” der Herakleitos. Özellikle
Türkiye coğrafyasında bu sözün taşıdığı anlam çok daha iyi anlaşılıyor.
80 Askeri darbesi sonrası Türkiye’de hem siyasi, hem ekonomik, hem de
insani anlamda çok şeyler değişti. İç göçün hızlandığı, küpünü
dolduranların kolay yoldan köşeyi döndüğü yıllarda, “ahlaki yozlaşma”
bütün bu yaşanan sürecin en büyük yan etkisi oldu. Üstelik bütün bu
yaşananlar benim memurum, benim esnafım işini bilir şeklinde söylemlerle
siyasi yönden de desteklendi.
Züğürt Ağa temel olarak bu yozlaşma ve değişim döneminde inandığı
değerler ve vicdanı ile ayakta kalmaya çalışan bir köy ağasının
hikayesine odaklanıyor. Nesli Çölgeçen’in yönetmenliğini, Yavuz
Turgul’un senaristliğini üstelendiği bu yapım iç burkucu bir değişim
öyküsünü anlatıyor. Güney Doğu’da küçük bir köy Haraptar. İsmi gibi
harap olmuş bu köy eskisi gibi verimli değil, köylüler karın tokluğuna
çalışıyor, ağalık sistemi yavaş yavaş çöküşe geçmiş. Bütün bunlara yeter
diyenler köyü terk ederek soluğu İstanbul’da almışlar. Bu değişime
direnen tek kişi Züğürt Ağa. Fakat Züğürt Ağa son darbeyi yanına maraba
olarak aldığı ve köylüleri hırsızlığa teşvik eden çıkarcı Kekeş
Salman’dan yiyerek, varını yoğunu satarak büyük şehre göçmek zorunda
kalıyor.
Yaşlı annesi, karısı, çocukları, babasının kısa evliliğinden yadigar
kalan Kiraz ile birlikte yeni bir hayat için gelinen büyük şehir Züğürt
Ağa için tam bir hayal kırıklığı olacaktır. Daha önce hiç çalışması
gerekmemiş, elinde çiğ köfte yapmak dışında bir zanaatı olmayan ve
üstelik temiz bir kalbinin olması doğal olarak giriştiği her işte
hüsrana uğramasına neden oluyor. Bu duruma dayanamayan karısı ve
çocukları evi terk ediyor. Geride sadece aralarında gizliden gizliye
derin bir sevgi yaşadıkları Kiraz kalıyor. Ağa için geriye tek yol
kalıyor, geçmişe dair her şeyi silerek bu yeni dünyaya ayak uydurmak.
Yönetmen Nesli Çölgeçen bu bireysel hikaye üzerinden değişimi, iş
ahlakının nasıl bozguna uğradığını ve kırsala ait kuralların şehir
hayatında nasıl ayaklar altına alındığı çok güzel anlatıyor. Özellikle
bu anlatımda kullandığı simgesel yöntemler çok etkiyici. Örneğin,
ağalığın sembolleri olarak sunduğu nesnelerden her birinin tek tek elden
çıkması ve son olarak Züğürt Ağa’nın tutkuyla bağlı olduğu körüklü
çizmelerin eskiciye satılması kapanan bir dönemin hüznünü yansıtıyor.
Anlıyoruz ki bu yeni düzen içerisinde ayakta kalabilmek için namuslu
olmak peki bir şey ifade etmiyor. Artık köy ağalığı yerini “şehir
ağalığı”na bırakıyor. Bu şehir ağalığı figürünü de en güzel Kekeş Salman
canlandırıyor. Kekeş Salman’ın verdiği temel mesaj basit aslında; bir
devir sona erdi ve büyük şehirde yaşamak için oranın kuralları ile
yaşayacaksın. Bu yeni düzende para kazanmak çok önemli ve bunu nasıl
kazanacağının da pek bir önemi yok. Zaten filmin sonunda ağayı sokakta
çiğ köfte satarken görürüz, ilk önce utanarak, sattıkça umutlanarak ve
sesini yükselterek satar çiğ köfteyi. Marabalarının onu çiğ köfte
satarken görmesini bile umursamaz ve tüm çiğ köfteleri bitirdikten sonra
büyük bir keyifle boş tepsiyi çalarken görürüz Ağayı. Yeni gün yeni bir
umut demek artık Züğürt Ağa için.
Züğürt Ağa senaryosunun barındırdığı ince noktalar, öykünün içine
güzelce yedirilmiş yan temalar ile izleyici düşüncelere sevk ediyor.
Kırsal hayatın bir gerçeği olarak, kadınlara verilen değer, başlık
parası, din adamlarının kırsal kesimdeki etkisi, köylülerin siyasi
tercihlerinin nasıl belirlendiği gibi konular esprili bir şekilde
senaryoya yansıtılmış. Şu an düşündüğümüzde bile güldüğümüz bu konular
günümüzde bile devam eden bir sorun aslında.
Film başta Şener Şen ve Erdal Özyağcılar olmak üzere oyuncuların
performansları, sahici işlenmiş köy sahneleri, Atilla Özdemiroğlu
imzasını taşıyan müzikleri, sürükleyici kurgusu, temelde ele aldığı
mesele ile Türk sinemasının en güzel filmlerinden bir tanesi. Kendi
züğürt, fakat yüreği zengin bir adamın hüzünlü hikayesidir Züğürt Ağa.
Barış Manço - Domates Biber Patlıcan
0 yorum:
Yorum Gönder