Bir dönem en sevdiğim şeylerden biriydi cuma geceleri yayınlanan X-Files
dizisini dört gözle beklemek. Paranormal vakalar, gizemli olaylar,
hiçbir zaman hükümet tarafından kamuoyuna açıklanmayan uzaylılar ve
bunları araştırmakla görevli FBI ajanları Dana Scully ve Fox Mulder. Fox
Mulder'ın kardeşinin uzaylılar tarafından kaçırılmasına inanması
neticesinde bu dosyalara olan sonsuz inancını, Scully'nin bilime ve
gerçeklere dayanan tavrı bir şekilde dengeliyordu. Bu ikili arasındaki
açıklanamayan müthiş kimya dillere destandı. Dizi her zaman net olmayan
bir sonla biter, kafalarımızda bir soru işareti bırakır, o sigaralı adam sinir katsayımızı yükseltir ve sürekli
kendi kendimize "acaba" derdik. İlk kez 1993 yılında televizyon ekranlarında yayınlanmaya başlayan X-Files, tam dokuz sezon devam etmiş, devamında sinema filmleri çekilmişti.
Yine bu dizinin 'Sır Dosyası' ismiyle Türk versiyonu yapılmıştı. Senaryosu ünlü Muska kitabının yazarı Sadık Yemli tarafından yazılan dizi Taylan Biraderler
tarafından çekildi ve sadece beş bölüm yayınlandı. Dönemi itibariyle
çok ileri bir teknikle 16mm sinema formatında ve sesli çekilen dizi
paranormal olayları araştıran Mavi Büro'nun başından geçen olayları bu
çoğrafyanın dilinde anlatıyordu. Taner Birsel ve Mehmet Günsür'un
başrolünü oynadığı dizi gerek Demir Demirkan'ın yaptığı Ahura isimli jenerek müziği ve gerekse o dönem için Türkiye şartlarında denenmemiş bir temayı konu almasıyla çok değişik bir yapımdı.
Evet geçtiğimiz günlerde dedikodular doğrulandı ve 13 yıl önce sona eren The X Files'ın
ekranlara geri döneceği doğrulandı. FOX'un CEO'ları Dana Walden ve Gary Newman'ın duyurduğu habere göre efsanevi FBI ajanları Mulder
ve Scully'nin yeni maceraları mini bir dizi olarak devam edecek. 6 bölümden oluşacak onuncu X Files sezonunda; David Duchovny ve Gillian
Anderson, unutulmayan karakterler Ajan Mulder ve Ajan Scully'yi yeniden
canlandıracaklar.
Modern rock tarihinin en önemli albümlerinden Radiohead'in 1997 tarihli 'Ok Computer' albümü tarihi eser olarak ABD Kongre Kütüphanesi'nin arşivine girdi. Albüm kültürel, tarihsel ve estetik açıdan bir sanat eseri olarak görüldüğü için arşivlenecek. Kütüphanenin 15 yıl boyunca her
yıl arşivine 25 albüm eklediği biliniyor.
Sen
gülünce ben de hemen gülüyorum. Sen ağlayınca ben de hemen bir sigara
yakıyorum. Sen pazara çıkınca ben de en azından balkona çıkıyorum. Sen
bir şey sorunca biraz düşünüp cevap veriyorum ama çoğu zaman yine yanlış
oluyor, kimi zamansa susarak boş bırakıyorum o soruyu. Sen tartışmak
isteyince bildiğim her şeyi unutuyorum. Sen unuttun mu deyince zaten
bildiğim bir şeyi tekrar hatırlıyorum. Senin varlığın bana yapılmış
enteresan bir şaka sanki. Aslında ben hala bu şakaya nasıl karşılık
vermem gerektiğini arıyorum.
Şüphesiz müzik adına 2015 yılının en güzel haberi Blur'un tam kadro olarak 27 Nisan'da çıkaracağı yeni albümü. “The Magic Whip” ismini taşıyan bu albümden yeni bir şarkı daha servis edildi. İşte o şarkı “There Are Too Many of Us” huzurlarınızda...
Bu dünyanın çok vahşi bir yer olduğunu kanıtlarcasına acı bir olay yaşanmıştı 2014 yılının sonlarında. İngiltere'de tek suçu burnunun alt kısmındaki
tüylerin siyah olması nedeniyle Hitler'e benzemek olan kedi Baz işkenceye maruz kalmış ve sol gözünü kaybetmişti. Bu olaydan sonra binlerce kişi onu yaşatmak için toplantı ve Baz yaşama sevincini unutmayarak hayata döndü.
Baz'ın sahibi 26 yaşındaki Kirsty
Sparrow, gerçekleşen olayın ardından yaşananları, "Gözü
tamamen iyileşti ve eskiye oranla çok daha ağırlaştı. Birçok kişi onun
Hitler'e benzediğini düşünüyor, ancak o çok ürkek ve nazik.
Yaşadıklarının ardından daha sinirli olmadı, bu çok garip. Bahçede dursa
da, dışarı çıkmaktan çok mutlu" sözleriyle anlattı.
Cidden nasıl bir ruh hali bir hayvana böyle bir şey yapar. Çok can yakıcı ve üzücü...
Bugün tozlanmayan albümler köşemizde 2002 yılında çıkan Beck'in 'Sea Change' albümü var. 90'lı yıllara damgasını vurmuş 'Loser' şarkısının gazıyla Beck, yıllar yılı modası geçmiş hip hop beat'leri ve ikinci sınıf bir folk müziğiyle cepten yemeye devam ediyordu.
Kız arkadaşı Leigh Limon'dan ayrılması ve bu süreçte scientology tarikatına katılması, Sea Change albümünün nasıl bir mutsuzluk girdabına sürüklendiğini açıklıyordu. Bu albüm, Beck'in tüm samimiyetiyle içini döktüğü, acılı sesinin her tonunu kullandığı bir çalışmaydı. Yapımcı Nigel Godrich, bütün sözleri Beck'e ait olan 12 şarkıya ayrı bir ruh katmıştı. 'Paper Tiger', 'Lost Cause', 'Little One', 'Lonesome Tears', 'Sunday Sun' gibi şarkılar özetle kalbi kırık bir adamın bütün dünyaya haykırışı gibiydi.
Bu albüm için sanatçının ruhunu bulduğu en özel Beck albümü tanımlamasını yaparsak sanırım teşbihte hata yapmayız.
Burak Aksak bir yazısında özetle hayat yolculuğunda ilerleyenleri üç farklı yolcu tipine göre ayırıyordu. Yürüyenler, koşanlar ve sürüngenler.
“Yürüyenler, yolun tadını çıkaran, çirkinlikleri güzelleştiren,
rastladığı insanlara yarenlik eden, varılacak yerden değil de yolun
kendisinden keyif alanlardır. Mutluluğu da, hüznü de, sevinci de, acıyı
da doya doya yaşarlar. Yaptıkları her hareketin sonucunu düşünür, birini
kırmaktansa kırılmayı tercih ederler. Sahip olduklarının kıymetini
bilenlerdir yürüyenler. Az konuşur, ama çok dinlerler. Hayalleri gökyüzü kadar geniş ve mavidir.
Koşanlar, yolda olup biten hiçbir şeyin farkına varamazlar. Tek
düşündükleri varacakları yerdir. Onlar için güzel olan kafalarında
yarattıkları dünyadır. Mutluluk, hüzün, sevinç, acı… Yabancıdır onlar bu
duygulara. Tüm dertleri daha hızlı koşabilmektir. Sabırları yoktur,
pişmanlıkları çok. Geride bıraktıkları yolun, arkalarında bıraktıkları
insanların pişmanlıkları. Koşanlar çok konuşur, az dinlerler.
Sürüngenler, varacakları yere sürünerek gitmeyi tercih ederler.
İlerlemek için yürümek ve koşmak tehlikelidir onlar için. Takılıp
düşebilir ya da başkalarına çarpabilirler. Böyle riskleri göze
alamazlar. Sürünenler, yürüyenler ya da koşanlardan daha çabuk ilerleme
kaydederler. Bir sürüngen için tek tehlike ezilmektir. Sürüngenleri
sevmeyen bir çift ayağa denk gelirlerse ezilebilirler. Ancak bu pek
olmaz. Çünkü yalanmak, yukarıda olanın hoşuna giden bir durumdur.
Sıradan bir sürüngen; yürüyenlerden, koşanlardan ve hatta kendi
dışındaki tüm sürüngenlerden nefret eder. Nefretleri büyük, hayalleri
küçüktür. Onlar için herkes kendi çıkarları uğruna kullanabilecekleri
birer araçtır. Sürüngenler konuşmaktan çok bağırmayı tercih ederler.
Tüm bunların dışında bir de duranlar vardır. Yaşayan ölü gibidir onlar.
Duranlar, konuşmamayı tercih eder. Ne yolun bir önemi vardır onlar için
ne de varılacak yerin.“
Peki hisli bir kadın ne diyordu: “Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.”
Ne mutlu bizim bu hayat yolculuğunda yürüyenlerden ve gülümseyenlerden olanlara…
Bugün hayata dair karelerin arkasındaki isim 1973 doğumlu ünlü savaş fotoğrafçısı Lynsey Addario. Sanatçının dünyanın çeşitli yerlerinde çekmiş olduğu ve savaş denen o lanet utanca dair ürpertici fotoğrafları. Savaş sadece masumları vurur, özellikle çocukları.
Velhasıl çocukluk, hep cennette yaşamak gibi romantize edilmektedir. Bir
de perdenin diğer yüzüne bakarsak onların da kahkahadan ziyade gelişme
ve yetişme süreçlerinde "erken" büyümek zorunda kalabildiği gerçeği
yatar ve çocukluğun belleği kendisine dokunan kirli parmak izlerini asla
silmez.
Violent Femmes, sokak
müzisyenliğinin mainstream sularından uzak bir şekilde zamanın ötesinde
ruh bulmuş halidir. Akustik müziğin punk havası ile buluşması ve
vokalist Gordon Gano'nun sinirli konuşma tarzındaki vokali grubun yapıtaşını oluşturur.
En son 2000 yılında 'Freak Magnet' albümünü yayınlayan Violent Femmes, 15 yıl aradan sonra dört şarkılık yeni bir EP ile geri dönüyor. 2009'da dağıldığını duyuran grup, 2013'te tekrar bir araya gelmişti. İşte bu hasreti gidermek için yepyeni şarkı 'Love Love Love Love Love' huzurlarınızda. Ama aşk elbette iyidir, bütün kıta parçalarında... Afrika dahil...
Bugün tozlanmayan albümler köşemizde 1988 yılına uzanıyoruz. 80'li yıllarda müzik eleştirmenlerinin
gözde gruplarından The Go-Betweens ve onların 1988 tarihli "16 Lovers
Lane" isimli albümleri. Avustralya'da Robert Foster
öncülüğünde kurulan The Go-Betweens dönemin özellikle Television,
Talking Heads, Patti Smith gibi isimlerin başını çektiği New York No
Wave akımının etkisinde kalmıştır. Kuruluş ve grup üyelerinin
şekillenme sürecinin ardından bir single kaydı için İngiltere'ye
yapılan yolculuk ve burada dönemin en saygın plak şirketlerinden Rough
Trade Records'un sahibi Geoff Travis ile tanışma hikayenin peri masalı
kıvamındaki devamı.
Seksenlerin büyük bir kısmını Londra'da geçirdikten sonra Avustralya'ya dönen The Go-Betweens kan kaybetmeye başlamıştı. Basçılarını yitirmişler, yerine gelen John Willsteed alkol problemiyle boğuşuyordu. Solist/söz yazarı Robert Foster ve davulcu Lindy Morrison aşkı bitmiş. Bunun etkisiyle Foster olabildiğince melankolik şarkılar yazıyordu ("Dive For Your Memory", "Love Is A Sing"). Diğer taraftan ekibin diğer üyesi Grant McLennan yeni bir aşka yelken açmış ve içinden mutluluk fışkıran aşk şarkıları yazıyordu ("Love Goes On", "Quiet Heart"). Bu nedenle bu albüm melankolik ve mutluluk dolu aşk şarkılarının kapışmasına ev sahipliği yapıyordu. Hatta bazı müzik yazarları "16 Lovers Lane" albümü için tüm zamanların en yürek parçalayıcı albümü yakıştırmasını yaparlar. İçindeki on nefis şarkı hayata ve aşka dair bir roman gibidir.
Elbette grubun sıkı hayranları bu altıncı stüdyo albümünü, post-punk'ın sivriliğinden uzaklaşarak yumuşamakla suçluyorlardı. Kim ne derse desin elbette "16 Lovers Lane" müzik tarihinin en etkileyici aşk albümlerinden biri olacaktı. Gelelim hikayenin diğer tarafına, hayat
üzerine yazdıkları kederli, melankolik karanlık sözlere ve İngiliz
Müzik Basınının gazına rağmen hiç bir zaman listelerde istedikleri
başarıya ulaşamayan The Go-Betweens üyeleri 90'lı yılları solo
çalışmalar ile geçirerek, 2000'li yılların ortalarında tekrar bir
araya gelerek albüm çalışmaları yapmışlardır.