28.02.2013

Boyalı kuş


Jerzy Kosinski'nin 'Boyalı Kuş" romanını ilk ne zaman okudum hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, romandan çok etkilendiğim ve romanda anlatılan öteki olmanın dayanılmaz zorluğuydu. Romanda, İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesinden kopan bir Yahudi çocuğun Doğu Avrupa köylerinde oradan oraya sürüklenişine şahit oluyorduk. Sarı saçlı-mavi gözlü insanları arasında bir Yahudi çocuğunun çektiği acılar yürekleri burkuyordu.

Kitaba ismini veren 'Boyalı Kuş' kavramı ise romanda geçen bir olayla şöyle anlatılır. Yanına sığındığı köylülerden biri ormanda yakalayıp rengarenk boyadığı kuşları ayrıldıkları sürüye katılmaları için salar. Büyük bir coşkuyla sürüsüne geri dönen kuşu acı bir süzpriz beklemektedir. Kuşu boyalarından dolayı yadırgayan ve kendilerinden saymayan diğer kuşlar, onu gagalayarak parçalar ve öldürürler.

Maalesef öyle bi zamanda yaşıyoruz ki onlar gibi düşünmediğiniz, onlar gibi yaşamadığınız zaman sadece dışlanıyor ve sindirilmeye çalışıyorsunuz... Ne diyeyim alın üç kuruşluk dünyanız sizin olsun ve münasip bir yerinize sokun...


The Concretes - Crack In the Paint

The Feelies - Paint it Black

Hercules & Love Affair - Painted Eyes (Radio Edit)

27.02.2013

Scarlett Johansson müzik grubu kurdu


Ünlü oyuncu Scarlett Johansson, bundan sonra sadece fiziğimle değil, sesimle de insanları etkilemek istiyorum diyerek, kızlardan oluşan "One and Only Singles" isimli bir müzik grubu kurdu. 2008'de David Bowie ve Tom Waits'le gerçekleştirdiği düetler ile dikkati çeken ünlü oyuncu, 2009'da müzisyen Pete Yorn'la birlikte bir albüm yapmıştı. Müzik camiasında, ünlü oyunucunun ne kadar kalıcı olacağını bekleyip göreceğiz.

Pete Yorn & Scarlett Johansson - Relator

Scarlett Johansson - Boys Don't Cry (The Cure cover)

Sleater-Kinney


Gün geçmiyor ki indie müzik sahnesinde geleceğin Next Big Thing adayı gösterilen erkek egemenliğindeki gruplar türemesin. Bu gürültü kirliliği içinde Sleater-Kinney; bu erkek egemenliğine, cinsel ayrımcılığa yaptıkları diri ve cayır cayır şarkılar ile cevap vermiş, 3 hanım ablamızdan oluşan bir gruptu. Gruptu diyorum çünkü 2005 yılında çıkardıkları The Woods albümünden bir sene sonra dağıldılar. 


Bu hırçın kızların yaptıkları müziğin ana damarı “riot grrrls” akımından besleniyordu. Gümbürdeyen davullar, cızırdayan gitarlar eşliğinde punk rock’a göz kırpan bir başkaldırı müziği. Ne diyelim keyifli ve isyan dolu günlerdi. Dağıldılar ve geriye akıllarda tek bir soru kaldı. Artık rock’n roll ölüyor mu?

Sleater-Kinney - The Professional

Sleater-Kinney - The Ballad of a Ladyman

Chlöe Howl


Birazcık Client, birazcık Vive La Fete, bir tutam kuzey soğukluğu ve bir tutam La Roux. İşte karşınızda Chlöe Howl. Kuzey ışıklarının müziğe vurmuş yansıması. Keyfini çıkartın...

Chlöe Howl – Rumour

Chlöe Howl - No Strings

Balance Her In Between Your Eyes


Biliyorduk gemiler bizi istediğimiz yere götürmüyordu. Dünyayı en çok sevdiğim zaman, her şeyi en çok unuttuğum zaman sanırım. Uzun yıllar ucuza gitmenin yorgunluğu altında yaşamanın ardından, dünyanın en güzel kadınıyla tanışıp onunla birlikte olursanız eğer, zaman içinde başınız derde girebilir. Ama, kadın yanınızdaysa, bir gün onun dediği gibi "kahraman"olabilirsiniz. Biliyorum kimseden nefret etmiyorum, ama şunu da biliyorum ömrümün sonuna kadar kırgın olacağım ve hatırlamak istemeyeceğim yüzler var.

Biraz uzak, biraz çıplak ve biraz tütün kokusu...


Flunk - Blue Monday

The Fiery Furnaces - Here Comes The Summer

Nicolas Jaar - Balance Her In Between Your Eyes

25.02.2013

Gelecek Uzun Sürer



Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları. Kaldırımlar önümüzde, ağaçlar sol yanımızdaydı. Bir yol uzanırdı, bir patika. Biliyorum bugünde evin yolunu şaşıracaktık. Aklımızda sakıncalı düşünceler, dilimizde bilindik bir şarkıdan gebe kalmış melodiler. Sen kadınsın en tatlı çağında ve ben en sevdalı yaşında erkek. 

Bir sen , bir ben ve bir şehir...

The Lucksmiths - There Is A Light That Never Goes Out (The Smiths)

Hannah Peel - Blue Monday (New Order)

Replikler


Bazen sayfalar dolusu yazının anlatamadığını kısa bir cümle özetler. Hayatta öyle değil midir? An gelir; bir bakış, bir gülüş, tek bir söz bir ömür yerine geçer...

İşte akıllarda yer edinmiş bazı film replikleri:

"Eğer birisinin ruhuna bakmak istersen, sana hayallerini göstermesini istemelisin" (Arizona Dream)

"En zengin insan, en güçlü arkadaşlara sahip olan insandır." (Godfather)

"Uzunca süre maske takarsan, altındaki kişiliği de unutursun." (V For Vendetta)

"Gülersen, bütün dünya seninle birlikte güler. Ağlarsan tek başına ağlarsın." (Oldboy)

"Çocukluk, insanın boğazına oturan yumru gibidir. Kolay kolay yutulmaz." (Incendies)

"İnsan sevdiğini öldürür diye bir söz vardır ya. Aslında bakın, insanı öldüren hep sevdiğidir." (Fight Club)

"Kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara ihtiyacı var." (Memento)

"İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü baba?" (Babam ve Oğlum)


"Aşık olduğunuz anda panik yapmayın. Bir yere oturun, derin nefes alın ve katilinizle tanışmanın tadını çıkartın." (La fille sur le pont)

"Gençken bağ kurabileceğin birçok insan olacak sanıyorsun. Sonra bunun hayatta sadece birkaç kez olduğunu anlıyorsun." (Before Sunset)

"Kim olduğunu ve ne istediğini bilirsen, olayların seni üzmesine daha az izin verirsin." (Lost In Translation)

"Konuşmak; her zaman iletişim kurmak demek değildir." (Eternal Sunshine of the Spotless Mind)

"Bir yanım onu unutmak istiyor, bir yandan da bu evrende beni mutlu edebilecek tek insanın o olduğunu biliyorum." (500 Days of Summer)

Suede - Filmstar

French Films - Take You With Me

Richey James Edwards


Manic Street Preachers grubundan tanıdığımız karizmatik, alkolik, şizofren, gitarist ve söz yazarı Richey James Edwards 1995'te Amerika'da yapacakları bir turne için uçağa binmesi beklenirken kendisi bankadan çektiği 2 bin 800 sterlin ile 27 yaşında kayıplara karıştı. O günden bu yana Edwards'ın Hindistan ve Kanarya adaları gibi birçok yerde görüldüğü iddaa edildi. Yapılan bir çok polis soruşturmasına rağmen kendinden haber alınamadı.


Ailesi 2003'den bu yana Edwards'ı resmen ölü ilan etme hakkına sahip olmasına rağmen asla umutlarını kaybetmeden bu olasılığı 2008 yılına kadar kabul etmediler. 2008 yılında Edwards resmen ölü ilan edilerek bu belirsizlik resmi olarak giderilmiş oldu. Politik şarkı sözleri, entellektüel bakış açısı, rock yıldızı hayat tarzına getirdiği eleştirel yorumlar ile modern bir Syd Barrett profili çizen Edwards hayranlarının gözünde Manic Street Preachers grubunun ruhuydu. Özellikle şarkı sözlerinin birçoğunun Edwards'a ait olduğu 1994 tarihli Holy Bible albümü bu adamın ruh alemini anlamak için dinlenilebilecek en güzel kayıtlardan birisidir.

Manic Street Preachers - Motorcycle Emptiness

Manic Street Preachers - Kevin Carter

Sevgili Güllük


Sevgili Güllük,

"insanlar sabahları uyanırlar. Güneş sabahları doğar. İnsanlar işe giderler. Ayakkabı giyerler. bazen lacivert, bazen siyah, bazen beyaz arabalara binerler. Bazen de kahverengi ayakkabı giyerler. Hava vardır. Su vardır. Bazen yağmur ya da kar yağar. Kış vardır. Kışın hava erken kararır. Evlere gidilir. Çorba İçilir. Şeftali yenir. İnsanlar pazen ya da başka kumaşlardan dikilmiş pijamalardan giyerler. Pikniğe gidilir. At vardır. En çok kahverengi ya da ona yakın renklerde atlar olur. Bazen taksi tutulur. Kuşlar havada uçar. Yer vardır. Ona basılır. Yaz olunca denize girilir. Balıklar yüzerler. Yeşil vardır."


hâlâ porsuk kenarında türer dumanım
al sevgilim anne ol bununla
kapılar gıcırdıyor öfkesi geriliyor kınımın
das kapital kadar incesin
görüyorum ellerini...


"Ah Muhsin Ünlü Ah..."

Günün dinleme önerileri: 

- Mira Billotte "As I Went Out One Morning"
- The Tallest Man on Earth "The Dreamer"
- Emiliana Torrini "Sunny Road" 
- French Toast "What I See"
- Russian Red "I Hate You But I Love You"

Günün Filmi: 


"Holy Motors" Yön: Leos Carax (2012)

Özellikle "Köprü Üstü Aşıkları" filminden hatırladığımız Leos Carax'ın 1999 yılından bu yana çektiği ilk film. Holy Motors Carax sinemasının sınırlarını zorlayan gerçek ve hayal arasında gidip gelen tuhaf bir film. Filmin !f İstanbul 2013 programında yer aldığını hatırlatalım. Ama filmin her bünyeye uygun olmadığını söylemek gerekiyor. Ya seversin ya da nefret edersin. Öyle bir film...


Hepinize Mutlu Pazartesiler...

Paul Simon - You Can Call Me Al

Manic Street Preachers - Umbrella

Furniture - Brilliant Mind

23.02.2013

İçimdeki Yorgun Kalabalık


Bilmemiz gereken hiçbir şeyi bilmiyorduk. Kültür o kadar karmaşıktı ki, yüzeydeki dalgalanmalardan daha fazlasını anlamak mümkün değildi.

Ölçülüp tartılmış argümanlarla dolu bu dünyada, kültür, ayrıntılarla boğulup kayboluyor ve profesyonel entellektüeller yorumladıkları metinleri teleffuz etmeyi dahi beceremiyordu.


Her insanın düşlerinin gerisinde yaşadığı dönemin kargaşaları gizlidir; sıradan bir kişisel kaygı boyutuna indirgenmiş olsa bile. İçimiz bölünmeler, yabancılaşmalar, savaşlar ve boş sözlerle dolu. Bize, insan vicdanının zaten hep huzursuz olduğu bir çağda yaşadığımızı söyleyenler çıkabilir: Ama bu, hayatımız için endişe etmekten, yolumuzu gözleyen sakatlanmaları düşünüp acı çekmekten alıkoyamaz bizi. Ateşler içinde yanan bir kedi gibi, deniz tutmuş bir keçi gibi, şaşkın bir mutsuzluk içindeyiz. Acımız nereden, yaşamımızın hangi kısmından kaynaklanıyor, bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şu: İnsanlar, insana yaraşır şekilde yaşamıyor.

Her şey bizi insanlardan uzaklaştırıyor: Vazife, aile, vatan, saygınlık, para. Tüm bu düşmanlarla başedecek gücümüz yok. Bugün bunların, saf olduğumuz için ciddiye aldığımız birer hayalet, onbinlerce defa çarpılmış yansımalar olduğunu biliyorum: Ama öğrenmem epey vaktimi aldı.

"Paul Nizan"

Bir bilgenin dediği gibi "Bir şehrin gerçek nüfusu sıfırdır, ölüler de dahil edildiğinde"...

Peter Sarstedt - Where Do You Go To (My Lovely)

Francoise Hardy - Only Friends

22.02.2013

Gerçek bir sokak sanatçısı: Banksy


Aranızda Banksy ismini duymuş olanlar mutlaka vardır. Banksy, gönlünü sokaklara vermiş “Anarşist Ruhlu” bir grafiti sanatçısı. Şablon üzerinden yapılan desen çizimi olarak tanımlanan sitiliyle klasik grafiticilerden ayrılıyor. Yaptığı muhalif tarzdaki duvar resimleri ile ünlenen Banksy, bu ününe ve yaptığı resimler milyon dolarlara satılmasına karşın inatla kimliğini saklayan kendi ifadesiyle ‘gerilla’ bir sanatçı.

Banksy, 15 seneye yakın bir süredir başta doğduğu ülke İngiltere olmak üzere dünyanın dört bir yanına ironik ve anlamlı eserler bırakıyor. Özellikle bir dönem Batı Şeria’da utanç duvarına yapmış olduğu resimler büyük yankı uyandırmıştı. Ayrıca dünyanın saygın müzelerinde de eserleri görmek mümkün, fakat korsan olarak. Nasıl mı? Gizlice sanat merkezlerine eserlerini yapıp, sonra yetkililere telefon ederek.


Kiminiz onun gizli bir şovmen olduğunu düşünebilir. Fakat Banksy’ye göre “galeriler bir avuç milyonerin koleksiyon fiyatlarını yükseltmesinin temel nedeni.” Zaten Banksy’nin yapmış olduğu resimler incelendiğinde vermek istediği temel mesajın; tüketim toplumu çılgınlığına bir tepki ve savaş karşıtlığı olduğu görülebilir. Ayrıca bir dönem kendisiyle çalışmak isteyen Nike firmasına vermiş olduğu hayır cevabı, Banksy’nin anarşist ruhu konusunda ne kadar samimi olduğunun bir göstergesi. 1974 İngiltere’nin Bristol şehrinde doğan Banksy, 14 yaşında sokak sanatçısı olmayı seçti. 2008 yılında, İngiliz Mail On Sunday gazetesi, Banksy’i yakaladıklarını açıklayarak, gerçek kimliğinin Robin Gunningham olduğunu duyurdu. Elbette bu iddia doğru-yanlış onu bilemiyoruz. Çünkü Banksy hala medyanın karşısına kar maskesiyle çıkıyor.

2010 yılında Prömiyeri Sundance Film Festivali’nde yapılan “Exit Through The Gift Shop” filmi bu gerilla ruhlu sanatçının hayatını anlatıyordu. Beklendiği üzre Banksy filmin gösterimine gelmedi. Sadece bir mesaj gönderdi. Gönderdiği mesaj salonda yüksek sesle okundu. Mesajda şunlar yazıyordu: “Bayanlar, baylar ve yayıncılar. Sanatın saf heyecanı ve ruhunu aktaran bir film yapmaya çalışmak zor bir iştir. Bu yüzden hiç zahmete girmedik. Bu basitçe gündelik hayatın bildiğimiz hikayesidir. İzlemek üzere olduğunuz şey gerçektir, özellikle de yalan söylediğimiz kısımları...”


Şimdi asıl anlamak istediğim konuya geliyorum. Konu yine kendi deyimiyle ‘sokaklarda borbardıman’ yapmaya çalışan Banksy’le ilgili. Bu konuyu geçtiğimiz günlerde gazeteci Cüneyt Özdemir’in köşesinde okumuştum. Haber şu şekildeydi: Banksy son eserlerinden birini, Kuzey Londra’nın fakir semtlerinden birine yapıyor. Bu eserde 7 yaşındaki Uzakdoğulu bir çocuk işçi, dikiş makinasıyla İngiliz bayrağı dikiyordu. Kısaca 2010 yılında İngiltere’de çok tartışılan, çocuk işçi çalıştırıp fason üretim yapılan skandala görkemli bir göndermeydi.

Buraya kadar herşey normal. Asıl hikaye bundan sonra başlıyordu. Bu eser bir gece ansızın duvardan çalındı. Bildiğin, duvarla birlikte kırılarak söküldü. Ve o eser geçtiğimiz günlerde, Miami’de bir galerinin internet sitesinde ortaya çıktı. Üstelik 450.000 pound gibi bir satış rakamıyla. Bütün bunlara tuz biber olarak galeri sahibi, satıcının çok güvenilir bir kolleksiyoner olduğunu söylüyordu. Bu durum elbette mahalle sakinlerini rahatsız etti. Ortak görüş “Bankys bizim mahallemize bedava bir sanat eseri hediye etti, bunu ne hakla çalıp satabilirler” şekliydeydi.


İşte çivisi çıkmış dünyanın son hali. Bir yanda emekçi bir çocuğun nasıl sömürüldüğünü anlatan bir sanat eseri, diğer yanda bunu çalıp satmaktan utanmayan para tüccarları. İşin en acı yanı ise bu çalıntı esere talip olan para babası alıcıların bulunmasıydı. Anlayacağınız, “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!”

Eskiden en azından özgürlük sokakta diyebiliyorduk. Artık buna bile dilimiz varmıyor, ruhumuz dolar yeşilliği altında üşüyor. Herşey bu kadar basit aslında; dünyanın evrensel dili, yani okunduğu gibi yazılıyor, yazıldığı gibi okunuyor “PARA”. Size parayla ilgili olarak bizim buralardan ironik bir örnek vermek istiyorum. Hayatında paraya önem vermemiş, ruhunu manevi bir hayata adamış, bu dünyaya maddi anlamda üzerindeki eski kıyafetlerden başka hiçbir şey bırakmamış, büyük gönül adamı Yunus Emre’nin resmini Türk Lirasının en büyük banknotu olan 200 TL’nin arkasına basmak!

Battles - Wall Street

Twin Sister - Bad Street

21.02.2013

Başka hiçbir şey


Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.

Başka hiçbir şey...

"Tezer Özlü"

Stars - Death to Death

Pulp - Death II

Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek


Bazı sabahlar, aşka karşı, gerçekçi ve "beyaz tavşan"olun. Tekrar sorun, elinizde, elinizi yakan, istemek ve başarmak arasındaki tuhaf denklem bilgisiyle: "Yaptım oldu'dan başka nedir bütünlük" Sonra, kaybolun.

Ömrünüz boyunca tek bir şey düşünürsünüz. Bazı soruların yanıt gerektirmediğini bildiğiniz halde güneşin hiç tazeliği yoktur. Üstelik zaman ve yaşam pek çok sırrı içinde gizler. Kendinizi güçlü hissettiğinizde, rastlantıların yarattığı bu perdeyi açmak isteyebilirsiniz. Geçmişinizle başbaşa kaldığınızda.

"Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek"


Fever Ray - Keep The Streets Empty For Me

David Bowie - Space Oddity


20.02.2013

Phoenix yeni albümünden ses verdi


Eski göz ağrılarımızdan olan Phoenix yeni albümü “Bankrupt!”ın açılış parçası "Entertainment"ı görücüye çıkardı. Ne diyelim özlemişiz...

Phoenix - Entertainment

Justin Bieber sendromu


Justin Bieber, malum dünyanın konuştuğu bir isim. Justin Bieber (Biber demek daha kolay ama neyse) 2 Mayıs’ta ülkemizde bir konser verecek. Anlayacağınız yurdum teanager kitlesi; "Alamanya’dan abimler gelmiş, evde bir şenlik havası" modunda tarifsiz bir coşku içerisinde.

Justin Bieber için peri masalının başlaması 2008 yılına dayanıyor. Onu 2008 yılında keşfeden menajeri Scoot Braun. Justin’in YouTube’a koyduğu videoları görüp beğenen Scoot Braun onu rap şarkıcısı Usher ile tanıştırdı, ardından da kurdukları şirketten bir albüm yaptı. İlk single’ı ‘One Time’ iyi bir çıkış yakalamış olsa da Bieber’ı fenomen haline getiren şarkı ‘Baby’ oldu.

Andy Warhol’un pop-art sloganı olmuş bir lafı vardır. Warhol der ki: "Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak.” Bieber, bu fırsatı doğru stratejiler ile kullanmış mutlu azınlıktan birisi. Aslında bu fenomen çok iyi yapılmış bir pazarlama eserinin ürünü. Hatta kimi uzmanlar bu çılgınlığı çağımızın en hızlı yayılan salgını olarak görüyorlar. Sosyal medya’da çok iyi örgütlenen Bieber hayranları kendilerine “Beliebers” diyorlar. Yani ‘Believe’ yani ‘İnan’ kelimesinden türetilmiş bir tanım. Bieber kardeşimin en büyük gücü elbette sosyal medya. Elemanı twitter’da 34 milyondan fazla insan takip ediyor. Buna ilaveten 43 milyondan fazla Facebook hayranı mevcut. Ayrıca YouTube’dan tüm şarkılarının tıklanma oranı 2.9 milyar. Evet yanlış duymadınız milyar. Neredeyse dünya nüfusunun yarısı.


Şimdi bu bağımlılığı daha somut açıklamak adına size bir olay anlatayım. Bu olayı daha önce Radikal Blog yazarlarından Çağlayan Özkul yazmıştı. Geçtiğimiz senenin sonlarında, ABD’nin Connecticut eyaleti Newton kentinde, Sandy Hook İlkokuluna silahlı bir saldırı düzenlendi. Bu saldırıda 20’si çocuk, 28 kişi hayatını kaybetti. Asıl hikaye burada başlıyor. Saldırının yapıldığı akşam, The Ellen Degeneres Show’un konuğu Justin Bieber. Fakat malum bu kötü olaydan dolayı, bütün kanallar yayın akışını kesip bu olaya odaklanıyorlar. Bu durumu gören elamanın hayranları yani beliebers’lar bir tweet yağmuruna başlamışlar. İşte o gece programın iptaline genç ergenlerin verdiği tepkilerden bazıları:

Ah! Bu aptal saldırı bütün haberlerde ve benim Ellen’im ve Justin’imi engelliyorlar! Çok kızgınım!

Eğer bu flaş haber Ellen’i engellerse benim için bitmiştir.

Kahretsin, sadece Ellen’ı izlemek istiyorum bu saldırıyı değil!

Aslında daha binlerce tweet var. Daha küfürlü daha sert. Bunlar en yumuşak olanları. İşte dünyanın geldiği son nokta ve geleceğimiz olan çocuklar. Petrolü bol ülkelere demokrasi getirmeyi amaç edinmiş bir ülkenin geleceği için umut bağladığı sanal yeni nesli!


Geçtiğimiz günlerde Bieber’ın, otel odasında esrar çekerken çekilmiş fotoğrafları basına yansımış, bu olayın hemen sonrasında Bieber, sütten çıkmış ak kaşık edasıyla bunun bir hata olduğunu söyleyerek hayranlarından özür dilemişti. Sevgili gençler üzgünüm ama Bieber; para, şöhret, sex ve uyuşturucu karesinde çoktan okeye dolanmaya başlamış haberiniz yok. Bu arada Türkiye konserinde, onunla tanışmak, fotoğraf çektirmek isteyen hayranları için özel bir paket hazırlanmış. Sudan ucuz sadece 2.750,00 TL. Alalım verelim Jsutin’e güç katalım hesabı. Fakat bildiğim kadarıyla bu paket tükenmiş durumda. Anlayacağınız araya çok güçlü bir torpil sokmanız gerekecek (mesala Barack Obama). Ne diyelim boynumuzu büküp; “Gerçekler acıdır, biber de acıdır, o halde gerçek biberdir.” mantık önermesine inanmaktan başka çaremiz yok. Peki bu konuda tek suçlu Justin Bierber’mı. Bence hayır. Bu sömürünün asıl suçluları onun sırtından milyonlarca doları cebe götüren, müziği bir sanat olarak değil, aksine para kazanmak için bir endüstri olarak gören zihniyet.

Son olarak sevgili gençler sakın benim için tıpkı Okan Bayülgen misali bir Youtube videosu hazırlayıp, o değerli zamanınızı boşa harcamayın. Darılırım cidden. Peki “sen o yaşlarda ne yapıyordun?” diye bir soru soruyorsanız. Şöyle bir cevap vereyim: Hatırladığım kadarıyla, “Salinger kitapları ile yaşadığım platonik aşkın doruklarındaydım.”

19.02.2013

Ne yaptın sen Oscar!


En az Cape Town kadar güzel ve zengin Pretorya’da güneşli bir Afrika sabahında, saat 9.00 sularında polise gelen telefon, görkemli Steel Wood villalarında bir cinayeti haber veriyordu. Güney Afrika polisi olay yerine ulaştığında başından ve göğsünden 3 kurşunla vurulmuş genç bir kadının cesedini buldu. Bu kadın 30 yaşındaki model Reeva Steenkamp’tı ve O, güzel yüzlü parlak gülüşlü Oscar Pistorius’un sevgilisiydi…

Geçtiğimiz yaz Londra’da düzenlenen Paralimpik oyunlardaki performansıyla göz dolduran, karbon fiber protez bacaklarıyla “dünyanın ayaksız en hızlı koşan adamı” ünvanını alan Oscar Pistorius, 2012 Londra Olimpiyatları’ndan çıkan en ışıklı öykülerden biriydi.

Güzel yüzü İngiltere’de gazetelerin manşetlerinden günlerce düşmedi. New York’ta Times Meydanı’ndaki dev ekranlarda, dünyanın her yerinde billboardlarda görüldü. Time dergisi onu dünyanın en etkili 100 ismi arasına koydu.


Bin vatlık gülüşüne Nike’dan BT’ye, Oakley’den Fransız modaevi Thierry Mogler’a kadar onlarca ünlü marka yatırım yaptı. Sponsorluklar sayesinde Oscar yılda 2 milyon dolardan fazla kazanıyordu ve son olarak Tom Hanks, hayat öyküsünden bir film yapmaya hazırlanıyordu.

14 Şubat 2013’te, St Valentin’in okları “posterboy”u yanlış yerden vurdu. Sevgilisi ona sürpriz yapmak üzere eve gelmiş, Oscar onu hırsız sanıp 9mm’lik silahına sarılmış ve gözünü kırpmadan ateş etmişti. Oysa Reeva, başına ve göğsüne isabet eden kurşunlarla yere serilmeden önce hatırlamış olmalıydı; “Oscar sürprizi sevmezdi”!

Olaydan bu yana İngiltere, Oscar Pistorius’u konuşuyor. Gazetelerde, televizyonlarda süreç, tıpkı heyecanlı bir tv  serisi gibi izleniyor. Bin vatlık gülüşünün altındaki karanlık yüzü sorgulanıyor. Dindar olduğu, ne kadar hırslı olduğu, sinirli karakteri yazılıp çiziliyor. Kolundaki dövmeden hız tutkusuna kadar aslında herşeyin zamanında karanlık yüzünü ele verdiği ama görmezden gelindiği anlatılıyor. 11 aylıkken kesilen ikli bacağının yerine koyduğu protezlerle yarattığı kahramanlık öyküsü, 16 yaşından bu yana kazandığı zaferler, annesi Sheila ile babası Henke’nin gözyaşları arasında çoktan unutuldu. Posterboy’un öyküsü, Oysterboy’un hazin öyküsüne dönüşmüş durumda.


Yüzyıldan fazla bir süre Güney Afrika’da adam öldürmenin cezası idammış. Bugüne kadar 3 binden fazla Güney Afrikalı’nın çarptırıldığı ceza 1995 yılında kaldırılmış Oscar Pistorius müebbetle yargılanıyor. Ancak hafifletici nedenlerle cezasının 25 yıla indirilmesinin mümkün olduğu konuşuluyor. Bu olursa, hapisten çıktığında 51 yaşında olacak.

Oscar Pistorius ilk davada kasten adam öldürmek suçlamasını reddetti, “kazaydı” dedi. Deliller aksine işaret etmiyor ama ne yazık ki onu doğrulayamıyor da… Güney Afrika’nın zengin bölgelerinde herkesin silah taşıdığı, hırsızlık ve adam öldürmenin oldukça yaygın olması hafifletici neden olur mu? Komşulardan “Reeva ile çok sık kavga ederlerdi” diyene mi yoksa “Dünya iyisi sakin bir insandı, ağzından hiç kötü söz duymadık” diyene mi inanılır bilmiyoruz.

Güney Afrika’da mahkemeler genellikle yavaş ilerlermiş. Ancak kamuoyuna malolmuş böylesi bir davada ellerini daha çabuk tutacakları düşünülüyor. 4-6 ay içerisinde davanın sonuçlanması bekleniyor. Bu sure içerisinde Oscar tutuklu yargılanacak. Engeli nedeniyle özel koşulların sağlanıp sağlanmayacağı henüz belli değil. Bin vatlık muhteşem gülüşünün geçmişte kaldığıysa kesin.

Hande Demirel "BirinciBlog"

Phoenix - Run Run Run

Woodkid - Run Boy Run

Tonight The Streets Are Ours


90'lı yılların Britpop sahnesinin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden biri olan Richard Hawley özgürlük sokaklardadır diye haykırırken, sivil itaatsiz gerilla graffiti'ci Banksy kendini sokaklara atıyor.

Hayat sokaktadır...

Richard Hawley - Tonight The Streets Are Ours
 
Richard Hawley - Dark Road


18.02.2013

Yaşamın Ucuna Yolculuk


Bugün 18 Şubat. Bundan yirmi yedi yıl önce 1986 tarihinde Tezer Özlü aramızdan ayrıldı. Türk edebiyatının bu gamlı presesini özlüyoruz..

Orada yalnızlık en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte. Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi...

Jeremy Jay - In This Lonely Town

Nouvelle Vague - So Lonely

Bir zamanlar


Bir zamanlar; Neruda, "Aşk çok kısa, unutmak ise çok uzun" diye yazmıştı....


Mates Of State - At Least I Have You

Planet Funk - These Boots Are Made For Walking

Siz aşktan n'anlarsınız bayım?


Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kağıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşamazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

"Didem Madak"

Günün dinleme önerileri:

- Ra Ra Riot "Dying Is Fine"
- Hurts "Miracle"
- Holy Ghost "Do It Again"
- Young Glaxy "We Have Everything"
- Hardal "Bir Gün Mavi Bir Gün Yeşil"

Günün filmi:

"East Of Eden" Yön: Elia Kazan (1955)

James Dean’in yıldızının parladığı ilk film, John Steinbeck’in çok satan romanından uyarlanmıştı. İlk defa renk ve geniş ekran kullanan Elia Kazan yönetmenliğinde harika performanslarla dikkat çeken film, muhteşem oyunuyla James Dean’a ilk Oskar adaylığını getirmişti.

Bir gün mavi, bir gün yeşil, bir gün siyah şu dünyada senin gözlerin hep yeşildi... Bir gün gelecek elbet gelecek bir gün ve dünya mutlu ve özgür bir yer olacak.

Hepinize Mutlu Pazartesiler...

Hardal - Bir Gün Mavi Bir Gün Yeşil

Hercules And Love Affair - Painted Eyes

17.02.2013

Cinsiyetin manifestosu: Dönüş


Malum 12. Uluslararası Bağımsız Filmler festivali !f İstanbul başladı. Festivali BirinciBlog ekibimizden Burcu takip ediyor. İzlediği ilk film olan "Turning" üzerine yazdıkları için şöyle buyrun:

İlk açılışı, bende ayrı bir yeri olan Antony and the Johnsons’ın, video sanatçısı Charles Atlas ile birlikte çektikleri belgesel ‘Turning’ (Dönüş) ile yaptım.

Film tek kelimeyle adını tanımlıyor ve tamamlıyor. 13 kadının hikayesi ve kimlikleri Antony and the Johnsons turnesi kapsamında anlatılıyor ve sorgulanıyor. Bir yandan Antony’nin enfes sesini dinlerken, diğer yandan lezbiyen, transeksüel, aseksüel ve kimlik arayışı hala süren o 13 kadının hikayelerini dinliyor, öğreniyorsunuz.

Kırık, dökük hikayelerin başrol oyuncusu olan bu kadınların, kimi zaman kendi hayatlarını sonlandırma raddesine geldiklerini dinliyorsunuz. Bir yandan da toplumların ‘öteki’leştirdiği bu insanların, cinsel kimlikleri yüzünden ciddi bir hayat mücadelesi verdiklerine tanık oluyorsunuz. İşte Turning, tam bu noktada bu kadınları sahneye davet ediyor ve Antony’nin o hüzün veren sesinin eşliğinde onlar sahnede kendi eksenleri etrafında 360 derece dönerken, seyirciye belki de hayatlarında ilk kez o kadınlara ‘insan’ gözüyle bakmalarını öneriyor. Kimbilir belki seyirci ilk kez onlara ‘insan’ olarak bakarken, o kadınlar da uzun zamandır ilk kez tüm cinsel kimliklerinden sıyrılarak kendilerini sadece ‘insan’ olarak görüyorlar.


Turning, sesle görüntünün içiçe geçtiği bir çalışma. Hem derin konulara dalıyor hem de o derinlikte özellikle Antony’nin samimiyeti ile sizi boğmuyor. !f İstanbul’un broşüründe film, “Antony and the Johnsons’tan Antony’nin tüyleri diken diken eden ve içimize işleyen sesi, grubun muhteşem müzikleri ve video sanatçısı Charles Atlas’ın keskin bakışı bir araya gelince ortaya Dönüş gibi büyüleyici bir iş çıkmış” şeklinde sunuluyor. Kısacası bu filmi ne tam olarak belgesel ne de film olarak tanımlamak dopru. Hem önyargıların hem de cinsel seçimleri yüzünden yargılanan kadınların manifestosu desek belki de daha doğru olur Turning için.

Charles Atlas, 13 New York’lu kadını müziğin içine sanatsal nesneler olarak yerleştirmiş ve her birinin hikâyesini ve kimliklerini Antony’nin şarkılarıyla yeniden yorumlamış. Turne boyunca Antony’nin o naif ruhu ve kadınları sahneye çıkmadan önce ateşlemesi O’nu müzik adamı olmanın çok ötesine taşıyor. Çünkü o 13 kadına söylediği “Bu gece size söyleyebileceğim bir tema yok. Sadece kendiniz olun ve anı yaşayın. Sanırım hepimizin tek amacı bu” cümlesiyle ne kadar derinlerde yaşayan bir kişiliği taşıdığını da gösteriyor.

Asıl adı Antony Paul Hegarty olan Antony, New York’ta kabarelerde şarkı söyleyerek and the Johnsons’ı oluşturdu. Aslında eğitimini performans sanatları üzerine yaptı ancak kariyerine kendi topluluğuyla, New York’un underground klüplerinde deneysel tiyatro yaparak yön verdi. Johnsons ilavesi ise grubun ismine Stonewall gösterilerinde, ilk şişeyi fırlatan ünlü direnişçi zenci travesti Marcha P. Johnson’a ithafen eklendi.

Kimlik bunalımını en cesur ve samimi bir şekilde dile getiren Antony, o eşsiz sesiyle aynı zamanda birçoğumuzun ağrı kesicisidir de… Kısacası hem Antony and the Johnsons ziyafeti çekmek hem de ‘cins’ sorununa farklı bir anlatımla bakmak için mutlaka izlenmeli…

Antony and The Johnsons - Thank You For Your Love

MEN - Who Am I to Feel So Free feat Antony

Filmin fragmanını izlemek için:


 

Dilek


Bir adam kenara atılmış Alaaddin'in sihirli lambasını buldu. İyi bir okur olduğu için hemen tanıdı ve lambayı ovdu. Cin göründü, bir reverans yaptı ve kendini sundu:

- Hizmetinizdeyim sahip. Dileyin benden ne dilerseniz. Ama yalnızca tek bir dilek hakkınız var.

İyi bir evlat olduğu için adam şunu istedi:

- Ölü annemi diriltmenizi diliyorum.

Cin yüzünü buruşturdu:

- Üzgünüm sahip, ama bu imkansız bir dilek. Başka bir şey dileyin.

İyi bir insan olduğu için adam şunu istedi:

- Dünyanın artık insanların öldürmek için para harcamamasını diliyorum.

Cin yutkundu:

- Şey... Annenizin adı ne demiştiniz?

Janelle Monae - Cold War

New Model Army - Here Comes The Ware

15.02.2013

Son İstanbul

Ben de biliyorum; liman kentlerinin kimlikleri denizle öpüştükleri yerlerde gizlidir ve kıyıları altı şeritli yollarla boğmak, dudaklara beton dökmek, öpüşleri mühürlemektir. Haklısınız, kentlerimiz de yabancıyız şimdi; oysa o zamanlar yabancı kentlere göçmüş olsaydık bize dedikleri gibi, oraları belki aşina gelirdi. Bilmez miyim, elbette kızlarımız da sıkılıyorlar bizden; biz sıkılmadık mı annelerimizden? Hem onlar hiç değilse yaşlanmasını bilmişlerdi. Bizse hala en genç olma ve geleceğe ipotek koyma iddiasındayız. Yani büsbütün çekilmeziz. Onu da biliyorum; galiba asıl aşklarımız son yaşadıklarımızdı ve "En güzel aşk henüz yaşamadığım" demek gelmiyor ikimizin de içinden. Lütfen intihar etmeyiniz. Ya son İstanbul sizseniz?

"FERİDE ÇİÇEKOĞLU"

They Might Be Giants - İstanbul


14.02.2013

Aşkın 14 Şubat hali


Bugün 14 Şubat. Kimine göre takvim yapraklarından eksilen sıradan bir gün, kimine göre kutsal bir tarih. Her 14 Şubat “Sevgililer Günü” ülkemizde bir bayram havasında kutlanır. Sadece bu güne özel yapmacık öpüşenler, koklaşanlar, romantizmin en ucuz halini ortaya sermekten hiç gocunmazlar. Normal bir günde tepkiyle karşılanan bu tavırlar, yurdum insanı ve esnafı tarafından bu özel günün şerefine bir günlüğüne de olsa görmezlikten gelinir.

Bugün Sevgililer Günü. Aşkın, kapitalizme indirgenmiş, sınavlarda çıkmayan “alalım-verelim ekonomiye güç katalım” ekseninde dönen en verimli iktisat problemi. Biliyor musunuz? Bilim insanlarının yaptığı bir araştırmaya göre aşkın ömrü 3 aya inmiş. Bu süre 90’larda yaklaşık 3 yıldı. 2000’lerde 1 yıla, sonra 6 aya geriledi, elimizde geriye kala kala 3 ay kaldı. Korkarım yakın bir gelecekte sadece bir gün olacak ve elbette bu tarih için en şanslı aday 14 Şubat.

Sevmek nedir peki?

Bakınız Edip Cansever  ne demiş bu konuda; “Kimse kimseyi sevemez / Ama hiç kimse.” Çünkü aşk başlı başına tek bir duygu değildir. İçinde; neşe, samimiyet, hüzün, şehvet, saygı, merak, şefkat gibi birçok duyguyu barındırır. Bu duyguların miktarı, kişiden kişiye ve yaşanılan aşkın kaç ton çektiğine göre değişir. Bunların içinde en önemlisi nedir sizce? Bence başta saygı ve samimiyet.

Maalesef bu özel günde dayatılan duyguların çoğu; samimiyetten uzak, zorunluluktan kaynaklanan mesafeli bir yakınlık. Ey sen, bilinen en zeki yaşam formu olan İnsan, sevgi aşk gibi kavramlar ne zaman bu kadar ucuzladı. Farkında olmadan ucuzlayan bu seri üretim Çin malları mı yoksa senin vicdanın mı? Ama biliyoruz ki gerçek aşk emek ister ve sahici bir aşkı kutlamaya bir gün değil, bir ömür yetmez...

Hepinize mutlu 14 Şubat’lar…

Vashti Bunyan - Love Song

The Cure - Lovesong

13.02.2013

London Calling


Dün akşam oynanan Celtic-Juventus Şampiyonlar Ligi mücadelesinde ev sahibi Celtic taraftarlarının açmış olduğu The Clash posteri. Sizi seviyorum Celtic taraftarları...
 
The Clash - London Calling

Adam and Dog


Yönetmenliğini Minkyu Lee'nin yaptığı "Adam and Dog" en iyi kısa animasyon dalında 85. Oskar ödüllerinin adaylarından bir tanesi.

Minkyu Lee'nin bir köpeğin gözünden baktığı, yaratılışın ilk günü. Köpeğin karşılaştığı tuhaf yaratıklar karşısındaki yaşadığı şaşkınlık. Ve ilk insanı görmesi ile birlikte hissettiği en güzel duygu sevgi ve şefkat.Ve daha sonra Adem ile Havva ile ayrılmaz bir bağ kurar ve dünyayı keşfe çıkarlar.



The Pale - Dogs With No Tails

Iggy Pop - I Wanna Be Your Dog

12.02.2013

Bir sabah



Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm iş yerleri çalışacak insanlarla dolacak. Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli havalimanlarına doğru göklerde yol alacak. Gemilere, arabalar eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak.Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak.Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak için uzak bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak.

Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına çoktan başlamıştır. Akdeniz’de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır.
 
Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah.

"Tezer Özlü"

The Morning Benders - Cold War

Rialto - Monday Morning 519

İki beden, tek ruh


Zaman geçiyor, kuşlar ölüyor ve çoğumuz boşaltılmış şehirler kadar yalnızız. Aklımıza Cesare Pavesa’nın sözleri geliyor: “Bir şey sona ermek üzere. Oturmuş sigarasını tüttürürken, içini kemiren, seni tedirgin eden bir şey olduğunu seziyorsun. Gündelik hayatın dertleri mi seni korkutan? Hayır. Seni korkutan içindeki boşluk.”

Bugün size bu içindeki boşlukları çok derin yaşamış iki ruh ikizinden bahsetmek istiyorum. Evet farklı iki beden ama tek ruh ikizi. Dün tarihlerden 11 Şubat’tı. Şair ve romancı Sylvia Plath’in ölüm yıldönümü. Yarın ise 13 Şubat, bu toprakların Slyvia’sı kabul edilen Nilgün Marmara’nın doğum yıldönümü. Soğuk bir şubat ayında kendilerini bu dünyaya ait hissetmeyen ve kalıpları çizilmiş ezbere bir hayatı yaşamak istemeyen bu iki insanın kaderi ironik bir şekilde buluşuyordu. Maalesef bu iki hüzünlü şairin sonu da aynı oluyordu.


Yıl 1932, yaşam rüzgarının önüne istemeden savrulmuş Sylvia Plath dünyaya gözlerini açıyordu. İlk şiirini henüz 8 yaşında yazan Plath, çok parlak ve başarılı bir öğrenciydi. Özellikle edebiyata olan ilgisi kendini belli ediyordu. O yıllarda katılıp başarılı olmadığı şiir yarışması yok denecek kadar azdı. Fakat hep kederli, hep melankolik. Yapıtlarında sürekli ölümden bahsediyor. Sanki “ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki” diyerek, ölüme olan hayranlığını saklamıyordu.

Plath, hayatı boyunca manik-depresif bozuklukla boğuşuyor. 1950 yılında bursla gittiği Smith College’deki ikinci yılında ilk kez intihar girişimini gerçekleştirdi ve akıl hastanesine yatırıldı. Daha sonraki yıllarda, kazandığı bursla Cambridge Üniversite’sine giderek çalışmalarını burada sürdürdü. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes’la tanıştı. Evlendiler ve Boston’da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra İngiltere’ye döndüler. Sonraki yıllarda çift boşanmaya karar verdi. Bu süreçte Plath, bir ev kiradı. Bu ev bir dönem İngiliz şair William Butler Yeats’e aitti. 1963 kışı Slyvia Plath için çok zor geçecekti. Yaşadığı yoğun deprasyon onu kaçınılmaz sonuna sürükledi. 11 Şubat 1963 tarihinde, uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını içeriye gaz girmeyecek şekilde kapattı. Sonra kafasını fırının içine sokarak intihar etti. Kaderin cilvesi olsa gerek aynı evin eski sahibi şair Yeats’de bu evde intihar etmişti. Plath,hayatının özetini şu kısa cümleyle yapmıştı. “Mutlu olamam, sadece memnun olabilirim.”’


Yıl 1958, “Hayatın neresinden dönülse kardır” diyerek hayata isyan bayrağını açan Nilgün Marmara dünyaya geliyordu.  Nilgün Marmara, Bogaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunuydu. Çeşitli dergilerde  şiirleri yayınlandı. Nilgün Marmara ve Sylvia Plath’in ruhları üniversite yıllarında kesişiyordu. Marmara, Sylvia Plath hakkındaki lisans mezuniyet şöyle diyordu; “Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.” Ve tıpkı onun gibi 1987 yılının 13 ekiminde , henüz 29 yaşındayken kendini beşinci kattaki evinin balkonundan atarak bu hayata son noktayı koymuştu. Çevresindekilerin çoğu şiir yazdığını bilmezken, büyüleyici bir kadınken, tanıdığı erkeklerin çoğu ona hayranken, neydi Nilgün Marmara’yı genç yaşta yaşamaktan vazgeçiren şey. Ve neden; son sözleri olan “Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın, hepiniz mezarınızsınız kendinizin” bu kadar sertti?

Aslında kimi zaman aşk acıları, kızgınlıklar, nefretler, bunalımlar, hastalıklar, savaşlar… bu hayatta defalarca intihar etmek değil midir? Ne demişti Nilgün Marmara “Ey, iki adımlık yerküre, senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!”

Bu dünyanın bütün arka bahçelerini içinde yaşamış iki farklı beden ama tek bir ruh, buğulu bir cama; “yalnızlık gittiğin yoldan gelir” diye yazdı ve gitti.

Özlüyoruz…

Mazzy Star - Into Dust

Radiohead - The National Anthem

11.02.2013

Bir şehir kültürü dergisi: Postkolik


BirinciBlog, değerli kardeşim Emrah Gürkan başkanlığında hazırlanan ve benimde kuruluş aşamasında yer aldığım ve halen yazar ekibinde bulunduğum Türkiye'nin en iddialı blog projesi. Ekibimizin daha doğrusu Emrah başkanın son maritesi ise Postkolik dergisi. Bir anlamda bu dergi BirinciBlog'un yazılı hale dökülmüş bir özeti. Postkolik hakkında Emrah Başkan filhakikat sitesi ile bir söyleşi yapmış. Buyrun okuyalım:

Postkolik, bir şehir kültürü dergisi. İlk sayısını bu ay yayınladı. Derginin içeriğini  internet sitesinden  okuyabiliyorsunuz. Ayrıca bu dergi yaklaşık 500 noktada ücretsiz olarak dağıtılıyor. Doyurucu içerikli blogları merak ediyorsanız, harika görseller ve orjinal işlerden hoşlanıyorsanız Postkolik’i takipe alın.

İlk  sayısını bir kaç gün önce çıkaran dergiyle ilgili sorularımı Emrah Gürkan’a sordum.

Seni, Birinciblog’dan tanıyoruz. Şimdi de Postkolik ile karşımızdasın. Postkolik fikri nasıl doğdu?

Birinciblog’u 15 kişilik bir ekiple yola çıkarak, geçtiğimiz nisan ayında kurduk. Zamanla ekip genişledi ve sayımız 18’e çıktı. BirinciBlog’u kurarken hedefimiz son derece güncel bir blog yaratmaktı. Kısa sürede bunu da başardığımızı düşünüyorum. Henüz bir yılımızı dahi doldurmadan 1200’ün üzerinde yazı kaleme aldık. Türkiye’de bu kadar verimli olan çok az blog var. Takipçi sayımız aylık 60 bini geçti. Okuyucularımızla son derece güzel bir iletişimimiz var. BirinciBlog’un bir dergisinin olması aslında uzun zamandır kafamızdaydı. 1 Şubat itibariyle de Postkolik’i çıkarmaya başladık.



Postkolik’i de aynı ekip mi hazırlıyor?
 
Evet, ama içeriğimiz BirinciBlog’tan bağımsız. Postkolik’i bir kağıtblog olarak tanımlayabiliriz.  Postkolik, bir şehir kültürü dergisi. Dergiciliğe yepyeni bir soluk getirmeyi hedefliyoruz. Hepimiz yoğun tempoda çalışan insanlarız. Bu tempo içinde dünyadaki gelişmeleri takip etmek kolay değil. Postkolik işte bunu yapıyor. Dünyanın dört bir tarafındaki blog’ları takip ederek, okuyucularına en son gelişmeleri sunuyoruz.  Bunu yaparken de internet ve analog dünyayı bir araya getiriyoruz. Facebook, Twitter ve Instagram başta olmak üzere sosyal medya araçlarını son derece verimli kullanıyoruz. Facebook sayfamız sadece 4 günde 1000’in üzerinde beğeni aldı.

Bize biraz içerikten söz eder misin?

Postkolik 32 sayfa ve ücretsiz olarak yayınlanıyor. Müzik, moda, sinema, dizi, teknoloji ve tasarım başta olmak üzere her konuda son derece zengin bir içeriğe sahibiz. Özellikle yerel blogger’ları desteklemek istiyoruz. Bu yüzden her sayımızda bir blogger ile söyleşi de yapacağız.

Postkolik’i nerelerde bulabileceğiz?

İstanbul’un her iki yakasında, yaklaşık 500 noktada varız. Postkolik’in dağıtım ağı her geçen gün genişliyor. Starbucks, CafeNero, Kitchenette, Lavazza, Cine Maximum, Cookshop, BigChef’s, House Cafe, Kirpi, MAC Spor Merkezleri başta olmak üzere şehrin en trend yerlerinde varız.

Sen underground fanzin kültüründen gelen birisin. Günümüzde herşey internet üzerinden dönüyor. İçeriğinizi sizde internet üzerinden yayıyorsunuz ama hardcopy olarak 12.000 adet basılıp ücretsiz olarak derginizi insanlara ulaştırıyorsunuz. Sen yazılı mecraların geleceğini nasıl görüyorsun? 

35 yaşındayım ve neredeyse 20 yıldır dergiciyim. Kuşkusuz internet hardcopy dergicilik için büyük tehlike oluşturuyor. Dergi satışları eskiden de son derece azdı ama son yıllarda tirajlar iyiden iyiye düştü. Bu tabii dergiciliğin öleceği anlamına gelmiyor. Bugünün en temel gerçeği insanların artık içeriğe, müziğe para vermek istemiyor oluşu. Ben o yüzden ‘freepaper’ yayıncılığın daha da gelişeceğini düşünüyorum.

Bundan sonrası için planlar neler?

Öncelikle BirinciBlog’u yeniliyoruz. Mart ayında yepyeni bir tasarımla okuyucularımızın karşısında olacağız.  BirinciBlog ve Postkolik birlikte büyüyecek. Birçok projemiz var. Konsept partiler de organize edeceğiz. Zamanı geldiğinde bununla ilgili bilgi de vereceğiz zaten.  Bizi takip etmeye devam edin.

Özgürlük


Özgürlük nedir?

Bir işi bırakma kararıdır.

Marcel Proust’un dediği gibi “Gerçek yolculuk yeni kıtaları aramakla değil yeni gözlerle mümkün olur.”
Özgürlük, çocukluk hayallerinin gerçekleşebileceğine inanmaktır.

Özgürlük, yakanı hiç bırakmayan hayallere sonunda teslim olmaktır.

Hayallerinin sana ödeteceği bedele hazır olmaktır.

Özgürlük, kabulleniştir. Bu hayatın bedel ödetmeden hiçbir güzelliği sana sunmadığını anlamanın huzurudur. Böyle bir düşünce ile huzur kelimesi nasıl bir arada olur? Çaresizsen olur. Ancak çaresizsen. Dünyanın başka ülkelerinde insanlar yılın 6 ayı sadece bulaşıkçılık yaparak hayatlarını kazanıp* kalan altı ayda dünyayı gezebilirken ben burada ünvanımla, ülke ortalamasının epey üstünde gelirimle bi bok yiyemiyorsam, yani “gelişmekte” olan ülke vatandaşıysam ve prangalarıma, aç kalmadığım için şükretmekten başka çarem yoksa, kölelikten kurtulmak için katlanacağım açlık, umutsuzluk, çaresizlik de buyursun gelsindir, hoşgelsindir. En nihayetinde “nereye gidersem gideyim, gökyüzü benimdir”…
Çocukluğumdan beri bana şimarık derler. Öyleyim belki gerçekten. Daha hala tanıdığım insanlar “o kadar gezdin, kimse senin gibi yaşamıyor, yaşayamıyor, hala ne istiyorsun” diye soruyorlar.

Anlatamıyorsun ki “ben size soruyor muyum sizin eviniz arabanız var ama benim hiçbir mülküm yok, elimde sadece gezilerime dair anılarım var ve bunlar para etmiyor” diye… anlatamayacağım da.

Özgürlük, dünya böyle iğrenç, eşitliksiz bir yer olduğu müddetçe rahat uyuyamayacağını bilecek kadar vicdanlı olmaktır. Özgürlük vicdan sahibi olmaktır.

Özgürlük karşılıksız iyilik yapmaktır. Ama böylesi bir dünyada iyiliğinize “bak ben sana karşılıksız iyilik yapıyorum ve senden tek bir isteğim var, sen de birine, sırf bu dünyada hala birilerinin karşılıksızca iyi olabildiğini hatırlatabilmek adına, bir iyilik yapacaksın ve iyiliğimin karşılığında senden sadece bunu istiyorum” diyecek kadar ne istediğini bilmektir.

Özgürlük, sonradan görme zenginlerin arasında, iş gereği yaşamak zorunda kaldığında, afili kıyafetlerinin içinde, astları kimse sallamazken ve hatta hor görürken onlarla yemeğe çıkıp dönercide tabure üstünde yemek yiyerek tüm üstlerinin kınayan bakışları arasında sıradan, halktan olabilmektir. Özgürlük, insanların bakış açısını değiştirmektir. Birbirinden çalacağın ekmek yokken, sırf ortam rekabetçi diye birbirinin azına sıçan rekabetçi köpeklerin arasında, tüm stresine rağmen astlarına insan gibi davranabilmek, onlara en iyi düzeyde öğretmenlik, koçluk yapmaktır. Bunlar örnek sadece. Demem o ki özgürlük, boğulduğun bir ortamda bile hala vicdanlı kalabilmektir. Tavrınla, duruşunla örnek olabilmek ve hatta iğrenç bir iş ortamını, kendi menfaatinden fedakarlıkta bulunarak, ısrarla böyle durarak daha huzurlu bir ortama çevirebilmektir.

Sahi özgürlük nedir? Yani sizce? Nedir

"Kardeş Blog  http://vliegendenederlander.blogspot.com/"

Kings of Convenience - Freedom and Its Owner

Soup Dragons - I'm Free
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...