18.12.2014

KAHVALTI


Yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı...

"Cemal Süreya"

Dünyada yapılan kahvaltılardan 50 adet seçki. İçinde Türkiye'de bulunuyor...


17.12.2014

Bir Zamanlar İstanbul


1971 tarihinde istanbula gelen bir turistin fotoğraf makinesinden çıkan görüntüler, turistin verdiği bilgi fotoğraflar sonradan renklendirme değil, zamanın en kaliteli fotoğraf makinesiyle çekilmiş. Renkli olmasının sebebi; kodachrome filmlerinin kullanılması. Sadece Amerika Kansas' ta bulunan dwayne's photo' dan sipariş edilip, laboratuvarında banyo edilebilen pozitif filmleri...

Kaynak















 

Bugün günlerden Morrissey


Morrissey ve İstanbul bu akşam buluşuyor. 7 Aralık'ta yapılması gereken ama lojistik sebeplerle iptal olan konser bu akşam yapılacak.

1959 senesinin 22 Mayıs tarihinde, rock müziğin en renkli figürlerinden biri olan Steven Patrick Morrissey (Mozz) dünyaya gözlerini açıyordu. Morrissey, gitarlı müzik yapan ünlü ya da ünsüz bir çok grubun etkilendikleri isimler bölümünün demirbaşlarından biri olan The Smiths müzikal yolculuğuna 1982 yılında başladı. Mozz The Smiths’le başladığı yolculuğu şu an tek tabanca olarak sürdürüyor. Rivayet odur ki Johnny Marr kendi bestelerine söz yazacak birisini arar ve karşısında Morrissey’i bulur. Marr, Morrissey’in kaleminin sesi olmuştur. Bu ikili çok iyi bir kimya tutturarak, müzik tarihinin en iyi ikililerinden biri olurlar. 70 yılların sonlarında punk’la başlayan, post-punk akımıyla farklı bir yöne yol alıp, indie müzik denen kavrama evrimleşen o nefes kesen yılların en önemli şahitlerinden biriydi Morrissey. 

Ve 10 Haziran 2006 Morrissey'in İstanbul'a geldiği ilk konser. Yanımda sevdiğim insanlar, başımda gençlik düşleri ve karşımızda Morrissey. Yanımızda bulunan bir grup ergenin sohbetine kulak kabartıyorum. Diyalog aynen şu şekilde "Mor ve Ötesi konserinden sonra sahneye Morrissey diye bir adam çıkıyormuş..." Oysa ki o Morrissey diye bir adam! için sahnenin en önünde onun bütün konserlerini takip eden sadık bir hayran kitlesi bekliyor. Sonra sahneye Morrissey çıkıyor. "Tren öpsün sizi Zeki Müren" benzeri bir diyalog eşliğinde Morrissey'in Zeki Müren hayranlığına şahit oluyoruz. Bağrışlar, çağrışlar eşliğinde Morrissey'in terli gömlekleri havada uçuyor. Morrissey'in gömlekleri fırlattığı yerde bir kargaşa. Sanki bir grup aslanın bir ceylanı parçaladığı sahne canlandırılıyor. O gömleğe sahip olan artık dünyanın en mutlu insanı. Konserin sonuna doğru tüm umutlarımız "There is a light and it never goes out" şarkısını duymak için. Ama olmuyor. Morrissey, The Smiths günlerini unutmak istercesine bu şarkıyı çalmıyor. Oysa bu konsere öyle görkemli bir final ne çok yakışırdı. Her şeye rağmen o gece çok mutluyduk.  Bilge Karasu'nun kedileri, Tezer Özlü'nün ızdırapları, Pavese'nın acıları ve Morrissey'in şarkıları arasında sessizce yabancılaşmaya devam ettik. Ama dünyanın bir gün daha güzel olacağı umudunu yitirmeden...


9.12.2014

Distopya


Yirminci yüzyılın en önemli distopya eserlerinden ikisini, George Orwell‘in kaleme aldığı 1984 (Nineteen Eighty-Four) ve Aldous Huxley‘nin Cesur Yeni Dünya (Brave New World) eserlerini bugün yan yana koyup inceleseydik nasıl bir sonuç çıkartırdık?

Neil Postman 1985 yılında – Orwell’in öngördüğü distopya kurgusunun geçtiği tarihin tam da bir yıl sonrasında – böylesi bir entelektüel çabaya girişti ve geç yirminci yüzyılın esansının Huxley tarafından daha isabetli bir biçimde tahayyül edildiği sonucuna vardı.







Leonard Cohen - The Future

5.12.2014

Hollywood Starlarının Müzik Grupları


Hollywood starları bütün dünya tarafından tanınan, çekmiş oldukları filmler milyonlar tarafından izlenen meşhur kişilikler. Bu meşhur oyuncularından bir kısmı aslında bir dönem profesyonel anlamda müzikle uğraşmış, hatta kimisinin kurmuş oldukları gruplar ile müzik hayatlarına devam ediyorlar. İşte o meşhur oyunculardan bazıları ve müzikal projeleri.

Juliette Lewis – Juliette and the Licks



Keanu Reeves – Dogstar 



Jared Leto – 30 Seconds to Mars 



Russell Crowe – 30 Odd Foot of Grunt



Steven Seagal – Steven Seagal Band / Thunderbox 



Bruce Willis – Bruce Willis & The Accelerators / Blues Band



Bonus: Natalia Gastiain Tena - Molotov Jukebox 

Game Of Thrones dizisinde izlediğimiz vahşi karakter Osha'nın vokal yaptığı harika bir grup...

Şahinin Kopardığı Elmas


i.
bir zamanlar hep fotoğraflar çekerdim
bütün gün orda burda dolaşıp
gemi yolcularını, liman meyhanelerini
çan kulelerini, düğün törenlerini, kız kardeşlerimi
göğsünde döğmeler olan bir dilenciyi
güllerden ve deniz kızlarından
sonra el olan ama parmakları olmayan denizi
yüz olan gözbebekleri olmayan
eski fotoğrafçı dükkanlarında çizgili mayo giymiş kadın
fotoğraflarını hep yeniden çekerdim
bir saatçi vardı, ası saharyan mıydı ne, onu da
istanbul’u ve bu kentin hiç kimsenin bilmediği armasını
bir sokak bileyicisini
ellerinde bukinalarıyla uçuşan melekleri (eski taş binaların
üstünde)
ve balkonda üç güvercinin bir sülünü yiyip bitirişini (yani
olağanüstü her belgeyi)
daha mı neyi
o kadar çok şeyi ki, her neyse
bir gün bütün bunlar bana ucuz geldi
sonra bütün bunlar bana ucuz geldi
attım fotoğraf makinamı bir yana
vurdum sokaklara kendimi (ara sokaklara, çıkmaz sokaklara,
istanbul denizinin mavi bir kapı gibi açılıp kapandığı)
ve dolaştım eski bizans meyhanelerini bir bir
ağzımda sönmeyen bir sigarayla.
nemli küf kokan sütunların dibinde hemen
adamlar gördüm, yürekleri gözlerine taşan adamlar
boşalan oradan da gözyaşı gibi
tam gözyaşı gibi (öyle diyorum, çünkü yasları eksikti, silinmişti
kaygıları da, acıları desen, yoktu ki. yani bir gözyaşıydı ki,
şahinin boşluktan kopardığı elmas, kaskatı, gene bir elmasla
kesilebilen ancak)
ne dualar geçerliydi onlar için, ne de
dünyayı sanatıyla öğrenen bir gökyüzü işçisinin bilgisi
hiçbiri
ve anlattımdı efsanesini onlara
suya yeni indirilmiş bir teknenin
nasıl filizlere boğulduğunu. ve sonra
dedimdi, kaynağıdır mutluluğun insan da
kuruyup kalsa da bir ağaç gövdesi gibi
ve ardımdan kirli bir su birikintisi beni
izledi durduydu sanki yıllarca.
ey galata rıhtımlı sonbahar, ey gök kuyusu!
ölü bir martıyı tekrarlıyordun boyuna
ağzında güneşten bir solucanla
düşürüp yükseltiyordun onu
sen, dişi kent, sense
az kalsın dişi bir şiir yazdıracaktın gittikçe azalan yaşıma
ayaklarımı denize sallandırarak
gözlerimi bir deniz kuşuna doğru uzattıkça
tuba ağacından kesilmiş iki dal parçası gibi
yazdıracaktın nasıl olsa, yazdıracaktın da…

ii.
anımsıyorum şimdi, bir akdeniz seferinde yapayalnız kalmıştım
yıl bin dokuz yüz elli altı
aylardan nisandı olsa olsa
ne param vardı ne satacak bir şeyim
gerçi gemide yatıp kalkıyordum ama
takmıştım aklımı bir kere
tahtadan bir ren geyiğine
gene tahtadan bir truva atına
bulmuştum kafayı çoktan ”hey, çocuklar!”
bilen var mı, neresidir truva?
demeye kalmadıydı gül yaprağı kemiren birisi
taktıydı bir gül yaprağı yakama
bir başkası kapıya sürüklediydi beni
ve dediydi ”işte,
çenenin şurasında truva!”
hani yüzyıl yaşar da insan, nasıl
unutmazsa taşın üstünde seğirten bir karıncayı
kayan bir yıldızı göz açıp kapayıncaya
unutmadım işte bunu da
kan içinde kaldıydı ağzım burnum
doğrusu dövülmeyi sevmesem de
aklımdan geçirmezdim dövmeyi
oysa gemiciler icat etmişler derler keyfine döğüşmeyi
yalan!
”sandal ağacı gibi olacaksın
üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın”
ben böyle öğrendimdi üvey babamdan
hayal meyal hatırlıyorum gemiye döndüğümü
rıhtımda bir iki sarhoş tayfa:
”arkadaş tayfanın sarhoş olmayanı kurumuş dal gibidir
gece karşısına çıktı mı uğursuzluk getirir.”
güç halle kaçtımdı oradan da
yırtık mavi gömleğimse rüzgarda
köpürüyordu denizin bir parçası gibi
ve burnumda o yabanıl kan kokusu
kan! dedimdi kendi kendime, kan
ne zaman çıkmaz ki yüze fırsatı yakalayınca.
zamanlar geçti aradan, yıl bin dokuz yüz kırk iki
içimi tüketen bir şenlik vardı iskenderiye’de
kim bilir, bir başka yerde belki de
gece yarısıydı, ellerim
çılgınca kanıyordu
on parmağımdan akan kan on ayrı renkte
içimde yakalanmaktan korkan bir gölge kuşunun nefesi
tüyleri kahverengi eflatun
boyu elli santimden fazla
çırpınıp duruyordu. sözlüğe bakmıştım da daha sonra
yani şenlikten kurtulunca, tükenmekten
bir gölge kuşu sahiden vardı
ben ki gerçekle yiter, düşle ayılırdım hep
bu çelişken yaşamım beni hiç bırakmadı
sabaha doğru usulca havalandı oradan
kaybetti sanki kumarda, var mıydı içimizde kumardan
anlayan.
ey gülistan sokağı, bir tomar gazete unuttuğum ev
yıl bin dokuz yüz otuz üç
vurup da kapını çıktım dışarı
dönüp arkama bakmadım bile
taşıdım aylarca yalnız
bağayla kaplanmış bir duvar saatinin ilk tik takını
öyle ya, bana sorarsanız terketmeli insan yaşamı
ölümü göze almadan
ve anlamalı bir ağaç gölgesi gibi durmaktaki sakıncayı
gitmek, durmadan gitmek
ne ölümünü bilsinler ne yaşadığını.

iii.
bir gün bir su birikintisinde tanıdım sakallarımı
gözlerimi, o yaman kuşkuyu daha sonra öğrettiler
tuba ağacından kesilmiş iki tek dalı
bilmem ki, tutmadım hiçbir fırtınanın hesabını
ne şiir yazdım gittikçe azalan yaşıma
ne de giz diye sakladım umutsuzluk için yazdıklarımı
keşfe çıktım doğup büyüdüğüm kenti yeniden
tırmandım genelevlerle dallanan sokakları
bozuk plakların, eski püskü eşyaların üstünden atladım
kağıt oynadım hiç tanımadığım adamlarla
zar attım
ve imrendim o kuleyi yaptıran adamın işaret parmağına
sinemalara girdim (bir filmin ortasında ya da sonunda)
oturmadım bile çoğu zaman
girdim ve çıktım
doğrusu hiçbir şey anlamadımsa yaşamımı anladım
öyle hep kesik kesik olan, karışık olan
ve utandım galiba sabahları demli çaylardan
(ki mavi bir taş sıkıştırırdım dişlerimin arasına hırsımdan
denizler, açık denizler
daha doğmamış olurdu dünyanın sıcak karnından.)
bir sabah da bizans paralarına baktım antikacı dükkanlarında
gözyaşı şişelerine, pesüslere baktım
tutuldum bir tasvirle kedi gözünden bir heykelciğe
onca yıl sonra truva atına tutulduğumdan
ama hiç mi hiç gereği yokken bakır bir madalya satın aldım
bilmiyorum ne yaptımdı o madalyayı ben
ya birine verdimdi ya da bir arsaya fırlattım.
bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
o an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.
son olarak üstünde bir taşın
oturdum saatlerce...

"Edip Cansever" 

Chet Faker - Gold

4.12.2014

Kourosh Yaghmaei


Avrupa-Katmandu hattının hippi yolcuları, o dönem konakladıkları ülkelerde müzikal anlamda derin izler bıraktılar. Bırakın rock müziği, sadece müziğin yasak olduğu bir ortadoğu coğrafyasında bir çok sanatçı batıdaki aksanlarıyla boy ölçüşebilecek çalışmalara imza attı. Bu isimlerden birisi olan Kourosh Yaghmaei 70'li yıllardan yaptığı psychedelic rock müzikle İran rock'unun babası olarak anıldı. Bir anlamda Barış Manço bizde ne ise Kourosh Yaghmaei ismi İran'da oydu. Elbette islam devriminden sonra sanatçı, çocuk kitapları yazarak, müzik dersleri vererek hayatına devam etmek zorunda kalmıştır. Özetle müziğin evrensel gücü...

Kourosh Yaghmaei - Reyhan

No Justice, No Peace


Polis şiddeti kimi zaman ülke ve insan seçmiyor. Missouri eyaletinin Ferguson kentinde 18 yaşındaki siyahi genç Mike Brown’ın beyaz bir polis tarafından öldürülmesiyle başlayan Ferguson olayları dünya gündeminin en sıcak olayı. Olaydan sonra o polisin 'pişman değilim ben işimi yaptım' demesi daha ironik bir durum elbette. Her geçen gün artan bu protesto gösterilerinin bir tanesi Aaron Stewart-Ahn tarafından filme alınmış.

Özetle Adalet olmadığı yerde ot bile yetişmez....



NYC x Ferguson x Dev Hynes Piano Improv November 25 2014 Protest from AS-A on Vimeo.

Günün Şarkısı: The Black Keys "Lonely Boy"


Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur,sana çay pişirmek gibi. Ayaklarımın ucuna basarak yürürüm yataktan kalkınca. Tahtalar gıcırdar. Hayır, zamanla öğrenirim hangi tahtaların ses vermediğini. Sonra ne yaparım? Uyanmadı, çayın hazırlandığından haberi yok diye sevinirim. Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum.
 
"Tehlikeli Oyunlar"


3.12.2014

The Electric Prunes - I Had Too Much To Dream (Last Night)


Bugün tozlanmayan albümler köşemizde 1967 yılına uzanıyoruz. Yazımıza konu olan albüm The Electric Prunes grubunun 'I Had Too Much To Dream (Last Night)' isimli albümü. Grubun keşfedilme hikayesi aslında çok ilginç. Los Angeles'taki Taft Lisesi'nden tanışan bir grup arkadaş bir gün garajda prova yaparken oradan geçen bir emlakçı seslerini duyar ve onları kendi arkadaşı, RCA stüdyosunun mühendisi Dave Hassinger ile tanıştırır. 


Hassinger bu gençlerde yetenek olduğunu anlar ama şarkı sözü yazmak konusunda eksikleri olduğunu düşünür. Bu şekilde profesyonel söz yazarları Annette Tucker ve Nancie Mantz gruba dahil olmuş olurlar. Grubun en çok bilinen ve ilk single olarak çıkan I Had Too Much To Dream (Last Night) şarkısında bu ikilinin emeği vardır. Şarkı ilk önce slow bir piyano baladı olarak kaleme alınır, fakat grup tarafından getirilen yorum şarkıyı başka bir boyuta taşır. Şarkı iki kanallı vokaller, ekolar ve tedirgin edici sound'uyla piyasaya çıkar ve ABD listelerinde 11 numaraya kadar çıkar. Grup o dönem yeni filizlenen Batı Sahili saykodelic aleminin öncülerinden biri sayıldı ve kendinden sonra kurulan bir çok gruba ilham kaynağı oldu.

Son olarak sevgili Ali Ece'nin bu albümü plaktan dinleme sözünü unutmadım.

The Electric Prunes - I Had Too Much To Dream (Last Night

Hiroji Kubota


Bugün hayata dair karelerin arkasındaki isim 1939 doğumlu Japon fotoğrafçı Hiroji Kubota. İşte sanatçının çekmiş olduğu o karelerden bazıları.











Sonsuzluğa Nokta


Belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. Yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlamış birkaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ah’ların karanlığında arayarak, yavaşça, alışılmış bir ölümle ölüyorlardı.

"Hasan Ali Toptaş"


29.11.2014

Şeytan ve Müzik


"Müzik, nesneleri doğrudan doğruya temsil etmez; ama insanın ruhunda onları gördüğümüz zaman hissettiğimiz duyguların aynını uyandırır."
Jean-Jacques Rousseau

Eski Ahit'de yazıldığına göre, Tanrı'nın (daha sonra düşmüş melekler olarak anılacak) kimi oğulları, babadan gizli olarak kadınlarla ilişki kurmuşlar ve bu ilişki(ler)denkötü ruhlar doğmuştu. (Tekvin 6: 1-5) Çölde inzivaya çekilerek yıllarca ekmek, tuz ve otla beslenen münzevi Philon, Platoncu düşüncelerinin de etkisiyle, İbranilerin salt putperestlerin tanrıları olarak lanetledikleri bu kötü ruhların (Daimones'lerin) da gerçekte ikinci derece iyi güçler olduklarını yazıyor ve onları, Yakup'un düşündeki merdiveni ( Tekvin 29: 11-13) inip çıkan melekler arasında sayıyordu. Ama, Philon'un kendileri hakkındaki bu olumlu yargılarının asi meleklere hiçbir yararı olamazdı. Tanrı'nın krallığından kovulmuşlardı bir kez.

Lanetlenmek ve kovulmak, Tanrı'nın gözünden ve gönlünden düşmüş muhalif melekler topluluğuna önderlik eden ve apocalptic yazında kendisinden Jammael ya da Samjaza adlarıyla da söz edilen Stan'ın yüreğini önüne geçilmez bir öç alma duygusuyla doldurmuştu. Önce yılan şeklinde Eden Bahçeleri'ne girerek insanoğlunu bilgi ağacına dokunmaya ve bilginin meyvesini dişlemeye kışkırttı. Sonra da, kuyruklu bir maskara kılığına girdi. Tanrı ve melekleri taklit etti. Şimdi sıra kutsal olan her şeyi makaraya almaya gelmişti ve Satan'ı iflah olmaz bir asi yapacak olan da asıl bu maskara (simia) kimliğiydi. Amacına ulaşabilmek için insanoğulları arasında sapkınlığa en yatkın olan sanatçının ruhuna girdi. Büyük ve kozmik düşlerle erişilemeyen ve görülmeyen bir öte-dünya arayışı içinde olan ve daha da önemlisi, daima düzene kafa tutmuş kahramanlara (Satan da onlardan biri değil miydi? Bakunin, Satan'ın "ebedi ve ezeli başkaldıran, ilk özgür düşünen" olduğunu yazmıştı) hayranlık duyan bu serüvenci ve dekadan ademoğlu da ruhunu şeytana vermeye dünden razıydı. Böylelikle, bu baştan çıkarıcı ruh rehberi ile ozan (Poe ve Baudelaire'in hermetique dizeleri), ressam (Bosch, Fuseli..) ama özellikle müzisyen arasında çağlar boyu sürecek bir dostluk ve işbirliği başlamış oluyordu.


Çok eski çağlardan başlayarak müziği duyguların merkezi olan kalbe diğer bütün sanatlardan çok daha dolaysız işlediğine ve insan ruhunda ani ve köklü değişimlere yol açtığına inanılıyordu. Francis Bacon, Sylva Sylvarum (1627; Ormanlar Ormanı) adlı yapıtında işitme duyusunun ruhlara diğer duyulardan çok daha hızlı ulaştığını yazmıştı. Belki de bu nedenle şeytan, kutsal olanı tersyüz etmede ve insanoğlunu baştan çıkarmada müziği ve müzisyeni öncelikle yeğlemişti. Müzik taşıdığı "okült manyetizma" sayesinde dinleyeni vecd haline getirerek ruhunu bedenden alıp götürüyordu.

Oysa başlangıçta müzik, evrensel ahengin şiirsel sembolü sayılıyordu. Sir Thomas Browne, Religio Medic'de (1635) en vülger müziğin bile 'ilk besteciye' (Tanrı'ya9 derin bir bağlılık duygusu uyandırdığını vurguluyordu. Sir Thomas Browne'ye göre müzik, sadece kulağı hoşnut kılan duygusal seslerden oluşmuyordu. Çok daha yüksek düzeydeki bir uyumun anlatımıydı. Kökleri Hermetisme ve evreni matematik bir düzen olarak tasarlayan Sisamlı Pythagoras'ın sayı gizemciliğine dek uzanan düşünceye göre de müzik, varolan tüm varlıkların birliğini sağlayan değişmez yasaların anahtarıydı. Evrenin hiyeroglifik ve karanlık sureti. Müziğin temel ilkeleri keşfedilebilirse evrenin tüm gizleri de çözülebilirdi. İşte tam da bu edenle müzik, matematik, geometri ve astronomi ile birlikte Ortaçağ'ın dört yüksek iliminden birini oluşturuyor ve 'quadrivium'u bütünlüyordu. Güneşin evrenin merkezi olduğu ilkesine dayalı Kopernik öğretisini benimseyen Kepler bile, göksel düzenin ve matematiksel uyumun müzikte duyulan armoniye benzediği yolundaki eski görüşleri terk etmeyecek ve Harmonius Mundi (1619) adlı yapıtında Kopernikçi düşünceyle çelişerek gezegenlerin devinimlerini müziğin dili ve işaretler sistemiyle açıklamayı sürdürecekti.


Kutsal olan her şeyi alt üst etmeye and içmiş olan şeytan, öncelikle müziğin (ve dolayısıyla evrenin) özündeki bu kutsal uyumu bozmayı aklına koymuştu. Çünkü, bilgi ancak kaosda olanaklıydı. Kuşku düzen içinde değil, ancak kaos içinde doğabilirdi. Hristiyan ilahilerinin, takdis ayinlerinin karşısında şeytan da artık karanlık dönemlerin ve büyülü zamanların sesleriyle dokunmuş kendi şarkılarını söylüyordu. Şeytanın müziğine akort edilmiş çalgılar çalınmıyordu. Aynı perdeden (una voce) seslerin yerine karmaşa, kutsal ve meleksi müziğin tam karşıtıydı.

İskenderiyeli Clement, Phion, Arion gibi şarkıcıları birer sahtekar olarak lanetlerken İsa'nın gerçek Orpheus olduğunu yazmıştı. Ortaçağ köy panayırlarında dans müziği çalan minstrel'ler ise, kilise tarafından şeytanın elçileri (Ministri Satanae) kabul ediyor ve katı hiyerarşi üzerine kurulu toplumsal yapıdan dışlanıyorlardı. Dünyevi toplumdaki tabakalaşmanın semavi toplumdaki katmanlaşmaya denk düştüğü ve gezginci halk ozanlarının da, tıpkı şeytanın korosuna katılarak cehenneme giden düşmüş melekler gibi, sapkın insanlar oldukları yönünde bir inanç gelişmişti.


Gezginci halk ozanı, Musica'nın kökenindeki teolojik ve teorik bilgiden yoksundu. O halde, müzik bilgisini özümsemiş Musicus'dan (gerçek müzisyen) ayrılması gerekiyordu. Kilise bununla da yetinmedi: Us dışılığı nedeniyle Minstrel'i hayvanla kıyasladı ve böylelikle şeytan, minstrel ve hayvan arasında, alaycılık yüklü bir fantezi olmanın ötesinde de anlam taşıyan ve zamanla bir kimlik karmaşasına dönüşecek olan hısımlık ilişkisi doğdu. Dans eden kalabalıkları, maskeli baloları, şölenleri betimleyen resimlerde hayvan maskı takmış minstrel sık sık rastlanan bir figürdür. Bu resimlere daha dikkatli bakıldığında çalgıkarın üzerine kazılmış hayvan süslemeleri görülebilir. En gözde müzisyen hayvanların başında maymun (iflah olmaz bir maskara), eşek, ayı, yaban tavşanı ve domuz geliyordu.


Doğada yalnız ve korumasız olan ilk insan; fırtına, rüzgar ve suya düşen taş sesinin kötü ruhlara ait olduğuna inanarak ürkmüştü. Daha sonraki çağlarda, çalgıdan yükselen tınıların şeytanın tutsak aldığı ve işkence ettiği ruhun çığlıkları olduğuna inanıldı. Platon, bazı çalgıların erkeksi ve iyi müzik, bazılarının ise kadınsı, kötü müzik, sefahat müziği için olduğunu ileri sürmüştü. Ortaçağ gecelerinin koyu karanlığında kilise çanları kötü ruhları uzaklaştırmak için yankılandı. (Oysa aynı sesler sonraki yüzyılların gelişkin müziğinde romantik çağrışımlar uyandırmak için kullanılacaktı.) John Chrysostom (m.s. 400 dolaylarında), kirata ve flütün şeytanıntörenlerinde ve sefahat alemlerinde çalındığını savlıyordu. Hieronymus Bosch'un astroloji, büyücülük ve simya ile ilgili simgelerin zengişleştirdiği ve karabasanlardan fırlamış garip, korkunç kurmaca canavarların cehennem korkusu uyandırdığı resimlerinde, çalgılar lanetlenmişlerin üzerinde ezaya uğradıkları infaz ve işkence aletleri olarak çizilmiştir. German folklorunda ise şeytan, büyücülerin ölümü üzerine ahenksiz sesler çıkaran trombonlar çalar.


Müziğin şeytansı bir tutku olduğuna ilişkin söylenti çağlar boyu kulaktan kulağa dolaştı. Heretik düşünceleri geliştirdi ve özellikle düşgörücüler ve okült feylezofları tarafından zengişleştirilen bir yazın doğdu. Şarkılarıyla ağaç ve kayaları yerinden oynatarak Pluto'yu cezbeden Orpheus'un büyüsünü yakalamayı amaçlayan besteler de yapmış olan Marsilio Ficino'nun metinlerinde müziğin dünya ruhunu etkileme ve taşıma gücüne sahip olduğu örtük olarak belirtilmişti. Ficino, Mısırlı teolog Hermes Trismaqistus'a ait Asclepius başlıklı metni tefsir ederken bu görüşü daha açık bir anlatıma kavuşturmuş ve sözü geçen metinde tılsım, koku ve müziğin katkılarıyla ikonlara can verme sanatının ayrıntıl anlatımını okumuştu. Aqrippa ise, evreni Pythagorasçı sayılar biliminin ve İbrani harflerinin Kabbalacı çözümleriyle açıkladığı De Occulta Philosophia (Gizlici Felsefe) adlı yapıtında Tanrı ve doğayı anlamada en iyi yolun büyü olduğunu savunuyordu.

17. yüzyıl sonlarında Kopernik'in heliocentric öğretisi egemenlik kazanmıştı. Artık evrenin merkezinde güneş vardı. İnsanoğlu kendisini fragmanlara ayrılmış çok geniş bir mekanda yapayalnız buldu. İçinde yaşadığı dünya ile cennet arasındaki ilişki iyiden iyiye kopmuştu. Müzik de evrenin özündeki ahengin imgesi olma özelliğini yavaş yavaş yitirdi. Sadece akustik olarak ölçülebilir ses idi, artık. Sofistike ve retorik figür olarak şeytan da sahneden çekilebilirdi. Misyonunu tamamlamıştı. İnanç çağı yıkılmış, kuşku çağının kapıları aralanmıştı.

"Halil Turhanlı, Meleklerin Düştüğü Yer"

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...