Prag ve Kafka… Birini
diğerinden ayırmak adeta olanaksızdır. Bugün ne Kafka’sız bir Prag ne de Prag’sız
bir Kafka düşünülemez. Biri diğerini doğurmakta, diğeri ise birinin batıya özgü
rahatsızlıklarını, huzursuzluklarını yansıtmaktadır.
Bir mekanın ruhsal
boyutları o mekanda yaşanılanlarla ölçülür. Bir mekanın havası, atmosferi soyut
bir olay değildir; somuttur ve somut olmasını salt binalara, taşlara,
duvarlara, kaldırımlara bağlayamayız. Prag bu bağlamda eşittir gelenek, eşittir
gizem: dar merdivenler, daracık sokaklar, gece vakti gölgelerin kaynaştığı meydanlar,
kuleler ve kiliseler, Yahudi Ghettosu’nun kalıntıları ve anıları, simyacılar
sokağı ve 17.yüzyıldan kalma evler, heykeller ve tedirginlikler. Duruşmalar ve
korkular, eski saraylar, baskılar ve içten içe kaynayan, kanayan dehşetler…
Kimliğini açıklayan
mekanların yanında yaşadıkları dehşetleri unutan, maskeleyen mekanlar: onarımdan
geçen kaleler, zindanlar ve mahzenler…
Ve huzura kavuşanların
son mekanı olan, halen yaşayanlara ölümün soğuk nefesini anımsatan mezarlıklar
ve mezarlar…
Giovanni Scognamillo, Korkunun Sanatları kitabında
böyle söylüyor. Korkunun mekanlarından
bahsediyor. Anlatmak istediğim bunlar
değil aslında. Yani korkulardan bahsetmek ve bunu sanatla ilişkilendirmek değil
niyetim.
Yazmaya başladım ve
tanıdık bir yüz geldi aklıma. Korkan ama korkuyu başka bir insanın içine yağmur
gibi bırakan bir adamın yüzü geldi aklıma. Nasıl anlatabilirdim bunu? Elbette
ilişkilenmeliydi hatıralar birbiriyle ve bir insan bir şehri anımsatmalıydı,
bir şarkı bir kadını, bir tren bir ayrılığı… Ölünceye kadar sıralar insan bu
yürek kırıklıklarını. Her şey hatırlanır. Her şey hatırlatır. Onun yüzünden aklıma
gelen yüzleri hatırladım ben de fakat yüz beni susturdu ve konuşmaya başladı:
Günah dolu bir gecenin
ve yalnızlığın ardından aynaya bakmak zordur. Çünkü birbirine bağladığımız
kötülükler var. Birbirinden ayırdığımız
iyilikler az evvel barış ilan ettiler. Bu yüzden kötülük en yakın arkadaşım
benim; yüzümde gezinmen gibi, haddimi bildirmen gibi, boynuma sarılman gibi, işkence
odaları gibi, buğday tarlaları gibi. Sabah ışıkları hep can
sıkıcı ve geceler çok kalabalık. Bu aralar tren biletlerini ucuza satıyorlar
fakat gidecek bir yerim yok. Yorgunum sabahlara kadar gezmekten. Bu korku dolu
adam hayatında ilk defa hüzünle tanışıyor anlaşılan. İncelik bir korkunun
hazinesidir.Yalanlardan bahsetmek
istiyorum sana. En yakın iticilikten dem vurmak istiyorum. Tanrım, her şey
nasıl da sıradan! Boğuluyorum bunca gerçek insan arasında. Artık bir şehir, bir
tablo, bir şiir yetmiyor. Dahasını istiyor canım; dahasına içim yetmiyor.
Sonra ikimizde sustuk.
Zaten susuyorduk. Kelimeler birbirimizin harf olarak yansımasıydı sadece;
anlamsız bir konuşma, o kadar.
O adam kim mi?
O adam, Charles Baudelaire.
Mutsuz bir çocukluk geçirdiği söylenen, melankolik ve yalnız adamın yüzü bugün
benimle konuştu. O ki bir şiirinde “hem bıçağım hem de yara” derken varoluşu
anlatan ve bunu hiçbir acı düşkünlüğü arayışına girmeden yapan adamın yüzüdür.
Siz de bir hikaye, bir
yüz hatırlayın hemen şimdi. Ne kadar yalnız ve ne kadar kalabalık olduğunuzu fark
etmenin en çıkarsız yolu bu.
Jessy Greene - In Crimson
0 yorum:
Yorum Gönder