Farklı bir şehirde gözlerimi
sabaha açıyorum. Tivoli Tejo otelinin ışık dolu odasında uyandığımda denizi
görebileceğimi nereden bilebilirdim? Öylesine bir ışık yoğunluğu hücum etmişti
ki odaya, perdelerin neden bu kadar kalın ve kat kat olduğunu anlamakta gecikmedim.
Lizbon bir güneş şehridir. Fakat ben şanslıydım. Baharın bütün şaşasıyla
coştuğu günlere denk gelmiştim. Lizbon'un kafatası delen sıcakları henüz
yükselmemişti. Perdeleri sonuna kadar sıyırdım, camları açtım. Denizin ufkunda
titreşen buğulu havayı sonuna kadar içime çektim. Ve şehir aniden zamana ve
seslere dönüştü.
Bir şehrin ancak kendine ait bir
zamanı varsa şehir olduğunu hisseder. Şehrin zamanı önceleri sestir; ezan sesi,
kilise çanı, saat kulesi. Sese kulak vermek, başını kaldırıp ya sesin geldiği
yere ya da saate bakmak. Aynı anda başkalarının da aynı şeyi yaptığını bilmek.
O yüksekçe yerde onlarla göz göze gelmek.
Bir sabah yedi tepeli bir şehre
bakıyorum. Dik yokuşlar ve sarı tramvaylar. Sokakta genç kızlar ve genç
oğlanlar. Ve aşk evreselsel bir kanun ama sabahın köründe bakkala ekmek almak
için giderken birine sevdalanmak bizim buralara özgü. Tüm çıplaklığıyla bir
şehre tepeden bakıyorum. Deniz mavi, gök mavi… İkisi arasında ben onlardan daha
mavi…
Razorlight - In The Morning
0 yorum:
Yorum Gönder