Barbaros uyumadı. Düşündü. İngilizce’deki ”pain” kelimesiyle, Fransızca’daki ”pain” kelimesini düşündü. Biri ”acı” , diğeri ”ekmek” demekti. Barbaros bunu sıradan bir tesadüf olarak değerlendirmeyecek kadar sarhoş ve yalnızdı. Acı, insanın hayat tarlasında biçtiği buğdaylardan pişirdiği ekmekti.
Egoları ile savaşmaktan burnunun ucunu bile göremeyen insan denen canlı. Pavese kadar yaşamaktan korkan, Sadık Hidayet kadar umutsuz, Sartre kadar mesafeli, Camus kadar bulanık insan. Oysa yaşam dediğimiz nedir ki? Üç-beş merhaba, biraz gülümseme, bir tutam yaşama sevinci, bir avuç kır çiçeği, gökyüzünde bir bulut, yeryüzünde bir ev, büyük bir ağaç gölgesi, bolca acı ve bir avuç toprak. Varlık yokluk ve hiçlik. Kim bilir belki bir gün başka şeylerden konuşuruz.
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filanda gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar...
Mevsim dönüyor. İçimizde garip bir üşüme, bir ürperti, anlamsız bir yalnızlık. Şehirlerin kalabalığına inat, gittikçe ıssızlaşan ruh döngüleri. Biliyorsun ki aslında yapayalnızsın bu savaşta. Bu çok kalabalık yalnızların arasında en çok sevdiğin kitaptaki, en çok üzüldüğün karakter ışığın olsun. Midas'ın kulakları kadar bir umut ışığı. Haydi durma üşümeye devam et. Aslında üşümek çok devrimci bir eylemdir.
Anlaşılan tehlikenin ne demek olduğunu bile bilmiyorlar. Tehlike
deyince, gazetelerin abartarak yazdığı fiziksel anlamdaki yaralanma,
biraz kan akması gibi şeyleri getiriyorlar akıllarına. Bunun tehlikeyle
hiç bir ilgisi yok. Gerçek tehlike yaşama eyleminin ta kendisidir. Hiç
kuşkusuz, yaşamak, varoluşun farklılaştığı bir kargaşadır. Fakat
varoluşu her an aslında olduğu düzensiz haline çözümleyip ortaya çıkan
endişeden hareketle, her an ilk kargaşayı yeniden yaratmaya çalışan
kaçık bir eylemdir yaşamak. Bu denli tehlikeli başka bir iş daha olamaz. Varoluşun kendinde hiçbir korku ya da hiçbir örtülü yan yoktur, bu
korku ve tedirginliği yaratan eylemdir ve toplumda, kökende
anlamsızdır; kadın erkek bir arada yıkanılan roma hamamları gibidir. Okul da, toplumun minyatürüdür: Bu yüzden bize boyuna buyruk veriyorlar. Bir avuç kör adam, bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor, sınırsız
yeteneklerimizi paramparça ediyor.
"Yukio Mishima"
Özellikle “Denizi Yitiren Denizci” isimli romanıyla 20. yüzyılın en önemli Japon yazarlarından biri kabul edilen Yukio Mishima, tiyatro
oyunundan romana çok farklı alanlarda eserler vermesinin yanı sıra Tatenokai adlı aşırı milliyetçi bir örgütün liderliğini yaptı. Mishima, 25 Kasım 1970’de dört örgüt üyesi ile birlikte Japon
Ordusu’na ait Tokyo’daki Ichigaya Kampını ziyaret etmiş, komutanı rehin
aldıktan sonra imparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için
hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okuduktan sonra seppuku
(geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak intihar etmiştir. Tatenokai üyelerinden Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima'nın başını kılıçla vücudundan ayırmıştır.
John Lennon’u vuran Mark David Chapman tutuklandığı sırada Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı
okuyordu. Hatta Chapman Lennon’u öldürürse Holden’ın ruhuna sahip olacağına
inanıyordu. Katil ifadesinde Lennon’u öldürme sebebinin insanları Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okumaya teşvik etmek olduğunu bile söyledi. Chapman tutuklandıktan sonra ismini Holden Caulfield olarak değiştirmeye çalıştı.
Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın
bir diğer rahatsız hayranı da 1981 yılında Ronald Reagan’a suikast
düzenlemeyi deneyen John Hinckley Jr.’dı. Polisler evinin oturma
odasında Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın bir kopyasını bulmuştu.
Ve ben güzün ağlayacağım
sulara çekileceğim dönerken balıkçılar
yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri
öleceğim
ve ben...
Bulanık, muğlak, flu bir fotoğraf. Tıpkı hayatı gibi. Kaan İnce 1970 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne
kayıt oldu. 1991 yılının ocak ayında ilk şiiri Milliyet gazetesindeki
Sanat Genç Şairler köşesinde yayımlandı. 1992’de, Yaşar Nabi Nayır
Gençlik Ödülleri’nde, Mektup isimli şiiri yayınlandı. Nilgün Marmara‘yı andıran hisli şiirleri ile gelecek vadeden bir
isimdi Kaan İnce. Gitgide yaklaşan trajik sonu yazdığı
şiirlerinde içine sinmeye başlamıştı. “Yaşama Sebebi”, Kaan İnce’nin bir şiirinin adıydı. Şiirin son üç sözcüğü ise: “umutsuzluk sapağında ölüm”dü. ” Ölümün yalnızlığı yoktur ama; ölüm bir başına yalnızlıktır” diyerek 11 Ağustos 1992 tarihinde sabaha karşı saat beşte Kadıköy’de kaldığı Ümit Oteli'nin beşinci katındaki odasından kendini boşluğa bıraktı. Geride “mektup” isimli bir şiir bıraktı.
Şöyle diyordu “mektup”un sonunda ;
“çatılarda kaldı gecenin gizi.
unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.”
Düşündüm de insan ömrü dediğin sayfalık
hikaye, onu da olur olmaz şeylerle karalamak yanlış. Her şeye gülüp
geçmek lazım. Onun için sen de gül, ama yalancıktan değil. Geçmişi,
eskiden olanları, kalbinin sızısını, sevdiğin insanı falan her şeyi
boşvererek gülmelisin. Gül hadi, güzel yüzüne gülmek yaraşır hemen
şimdi. Bak, bak ben nasıl gülüyorum, dünya umurumda değil.
"Sadri Alışık"
Bir gülüşü var, sanırsın bir park dolusu çocuk.
Bir gülüşü var, sanırsın bir bayram sabahı
Bir gülüşü var, sanırsın papatya tarlası
Bir gülüşü var, sanırsın Camus aşka gelmiş
Bir gülüşü var, sanırsın paldır küldür bulutlar yıkılıyor
Bir gülüşü var, sanırsın sessiz bir devrim oluyor
Bir gülüşü var..
Gülümsemek; Adaleti bozuk düzene, Sessiz bir küfürdür..! Gülümseyin..!
Zeki Ökten'in yönettiği 1988 yapımı "Düttürü Dünya" filmi, Kemal Sunal'ın sıra dışı rolüyle akıllara kazınır. İnsanları güldürmeye alıştığımız bu insanın film boyunca pek yüzünün gülmediğini görürüz. Zaten bu rolü, usta oyuncuya 2. Ankara Film Şenliği'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandırmıştır.
Film hakkında Ankara'nın o kömür kokulu yılları, pavyon hayatı, Özal dönemine yapılan ince dokundurmalar başta olmak üzere çok şey söylenebilir. Ama asıl bahsetmek istediğim filme damgasını vuran bir fantastik! bir sahne. Türk Sineması açısından eşi benzeri olmayan o sahne de emektar oyuncu Ayberk Çölok, Pehlivan Recep rolünde pavyonda bir sandalyeyle güreş tutuyor.
Tarih kitaplarının unutulmaz cümlesi: "Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ın bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı'nı başlatmıştır." Elbette bu suikast savaşın direk sebebi değildi ama zincirleme bir reaksiyonu tetikledi.
1914 yılının, 28 Haziran'ı Bosna'ya giden Franz Ferdinand'ın konvoyunu Kara El miltanları bekliyor. Bosna'daki Kara El örgütünün amacı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan ayrılıp Sırbistan'la birleşmekti. Franz Ferdinand ise Bosna, Hırvatistan, Dalmaçya ve Slovenya'yı tek bir yönetim altında toplayarak, monarşinin ve kilisenin otoritesini sağlamlaştırmak istiyordu.
28 Haziran saat 10 civarları Franz Ferdinand'ın altı araçtan oluşan konvoyu Emniyet Müdürlüğü'nün önünden geçiyordu. Kara El militanı Nedjelko Gabrinoviç (kendisi aynı zamanda bir müzisyendi) kalabalığın içinden fırlayarak bir el bombası atıyor. Bomba tekerleklere isabet ediyor ve iki kişi ağır bir şekilde yaralanıyordu. Fakat şoför hızlı davranarak Franz Ferdinand'ı olay yerinden uzaklaştırıyordu. Akşama doğru Franz Ferdinand hastaneye gidip suikast girişiminde yaralananları ziyaret etmek istiyor. Askeri yetkililer Arşidükün şehir merkezinden gitmesini sakıncalı buluyor ve alternatif bir güzergah olan Appel Quay yolundan gidilmesini öneriyorlar. Fakat bu karar nedense şoföre iletilmiyor. Otomobil Appel Quay sapağını geçince aniden general uyarıyor, şoför frene basıp, geri viteste ağır ağır Appel Quay sapağına doğru ilerliyor. Tam o anda Kara El militanı Gavrillo Prinzip silahına davranıyor. Franz Ferdinand boynuna, eşi Sophie Ferdinand karnına isabet eden kurşunla hayatlarını kaybediyordu. Sonrası insanlığın en büyük ayıplarından biri olan savaş...
Yıllar sonra 2002 yılında İskoçya'da Alex Kapranos önderliğinde kurulan ve indie rock'a bir balans ayarı verecek bir grup Franz Ferdinand ismini alacaktı.
Bugün tozlanmayan albümler köşesinde 1988 yılına gidiyoruz. The Waterboys grubu altın çağını yaşarken, müzik yazarları onlar için U2 kadar büyük bir grup olabileceklerini söylüyorlardı. Üç albümden sonra bir üretim darboğazına giren grubun beyni Mile Scott, ani bir kararlar Londra'yı terk ederek İrlanda'ya gitti. Fisherman's Blues, İrlanda'da geçirilen üç yıl sonucunda ortaya çıkan bir hazinedir. Dublin'in sisli caddelerinden, Spiddal'in barlarına yapılan bir yolculuğun müzikal yansıması olan albüm Bob Dylan ve The Bands gibi ustalardan rol çalar. İrlanda coğrafyası, keyifli bir müzikal akıcılık, pastoral bir yaşam etkisi ve inzivaya çekilmiş bir grubun tüm hissiyatı. Tüm bunların toplamı Fisherman's Blues albümünün özeti gibidir.
Ey yıldızları yalanlar saçan gece, ey gece, ey Evren'le boy ölçüşebilen tek şey. Ey gece değiştir beni, bedenimi de, ruhumu da bedeninin bir parçası yap, yap ki kaybedeyim kendimi, som karanlık olayım, gece olayım ben de. Derinliklerinde yıldızlara benzeyen düşler, gelecekte parlayan ışıklarla sonunu bekleyen gezegenler barındıran gece.
Müziğin kökenleri geçmişin hayli derinliklerinde yatar. Kök
salmış yüzyıllık bir çınar gibidir. Müzik bu anlamda ölçüden doğar ve o
büyük birlik içinde kök salar. Büyük birlik iki kutbu, iki kutup da karanlık ve
aydınlığın gücünü doğurur.
Dünyada dirlik düzenlik egemense, tüm nesneler dinginliğini
koruyor ve tüm insanlar davranışlarında baştakilerin sözünden çıkmıyorsa, ancak
o zaman müzik kusursuz nitelik kazanır. Hırs ve tutkular yanlış yollar izlemedi
mi, ancak o zaman müzik mükemmelliğe kavuşur. Mükemmel müzik belli bir
kaynaktan fışkırır, dengeden doğar. Bu yüzdendir ki, ancak dünyanın anlamını
bilip kavramış biriyle müzik üzerinde konuşulabilir. Müzik gökle yer arasındaki
ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.
Çöküş sürecini yaşayan devletler ve helak duruma düşmüş
insanlar da müzikten kuşkusuz yoksun değildir; ama onların müziği neşe içermez.
Bu yüzden müzik ne denli gürültülüyse, insanlar o denli melankolik, ülkeyi
bekleyen tehlike o denli büyük, ülkenin başındaki hükümdarın içine
yuvarlanacağı uçurum o denli derindir. Böyle onunca müziğin özü de yitip gider.
Bu yüzden düzen içindeki bir çağın müziği dingin ve şen, yönetimi uyum
içindedir. Huzurdan yoksun bir çağın müziği telaşlı ve vahşi, yönetimi ise eğri
yoldadır. Yıkılmakta olan bir müziği duygusallık ve hüzün doludur.
Hani Türkçe'de el emeği, göz nuru denen bir söz vardır. İşte bu sözün tarifine tam olarak uyan bir sanatçı Karen Libecap. Sanatçının en ufak ayrıntısına kadar çizdiği minicik bir o kadar da gerçekçi çalışmalar göz kamaştırıyor. Sanatçı hakkında daha fazlası için sizi şöyle alalım.
Alternetif bir müzik festivali arayanlar için güzel bir haberimiz var. Bu sene 19-22 Kasım tarihleri arasında Hollanda'nın Utrecht kentinde gerçekleşecek "Le Guess Who" müzik festivalinde müzikal anlamda sağlam ve özel isimler sahne alıyor. Deerhunter, Ariel Pink, Faust, A Place To Bury Strangers,
Lightning Bolt ilk göze çarpan isimler. Festivalin bizim açımızdan en dikkat çeken ismi ise Mustafa Özkent. Özkent ve Belçika Orkestrası ortaklığı merakla beklenen bir performans için orada olacaklar. Sanatçının 1973 tarihli "Gençlik ile Elele" albümü yıllar sonra Finders Keepers etiketiyle plak formatında basılmış ve dünyada büyük ilgi görmüştü. Gençlik ile Elele, namı diğer "maymunlu albüm", 1973 yılında bir öğleden
sonra Mustafa Özkent ve arkadaşlarının stüdyoya kapanıp, on adet
türküyü funky-rock karışımı şeklinde cayır cayır çalmaları ile ortaya
çıkmış bir hazine.
Festivalde ayrıca Okay Temiz ve Gaye Su Akyol gibi yakından tanıdığımız isimlerde sahne alıyor. Le Guess Who, festivalleri özellikle eğlenmek, içip içip dağıtmak olarak gören koca bir kitlenin aksine, sadece kaliteli müzik dinlemek isteyen festival severler için gerçek bir hazine...
Kolombiya bu aralar Narcos dizisi ile oldukça gündemde. Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar’ın hayatına odaklanan dizi on numara beş yıldız. Bugün yazımıza konu olan bir başka Kolombiya'lı ise Fulvio Obregon ya da kısaltma olarak kullandığı ismiyle Fulaleo. Sanatçı “Yo & Mi Otro Yo" (Me
& My Other Me) ismini verdiği çalışmasında ünlü şahsiyetlerin gençlik ve yaşlılık hallerini aynı karede bir araya getirmiş. Özetle On bir numara altı yıldız bir çalışma olmuş.
Japonya'da Ferray Corporation isimli bir firma, ofis çalışanlarının isteği üzerine kedilerin işyerine gelmesine izin verdi. İşte bir ofiste çalışma hayatına dahil olan o kediler.
Neden bana yaşamasını öğretmediler? Neden bana, bizden bu kadar
gerisini sen bulup çıkaracaksın dedikleri zaman isyan etmedim? Hayata
atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı
nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine
nasıl atıldım? Oysa görünüşümle insana benziyordum. İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam
gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum...
Derin bir nefes almaya çalışarak aynaya baktım. Sonra aklıma Aldous
Huxley'in bir cümlesi geldi "Bu dünya, belki de bir başka gezegenin
cehennemidir." Bizler ve beraber yaşamak zorunda olduğumuz cehennem
zebanileri....
İnsan denen varlığın tarih sahnesine çıkmasının üzerinden kaba bir hesapla iki yüz bin yıl falan geçti. Bu insan denen türün zamanla iyi olması beklenirken, gittikçe daha da vahşileşti. Doğayı, hayvanları derken, kendi türünü yok etmeye başladı. Kimseye acıması olmayan bu tür, son süratla kendi neslinin sonunu hazırlıyor. Peki ne için? Aslında onun da net bir cevabını bilmiyor. Sadece her şeyin bir bahanesini buluyor. Dil, din, ırk, soy, sop, renk, para, pul, petrol, altın, falan, filan... Sonuç mu? Hayır bu tür olmamış.. İllustrator Steve Cutts, insanlığın geldiği son noktayı görsellere aktarmış. Sanatçının çalışmaları için sizi şöyle alalım.