Superman tek başınadır. Superman, süperman olmamıştır. Superman olarak doğmuştur. Superman sabah uyandığında Superman'dir. Clark Kent onun alter egosudur. Büyük, kırmızı "S" li kıyafeti henüz bir bebekken kent ailesi onu bulduğunda sarılı olduğu örtüdür. Giysisi odur. Kent'in giydiği gözlükler ve takım elbise ise Superman'in aramızda kaybolmak için giydiği kostümüdür. Clark Kent, Superman'in bizi nasıl gördüğüdür. Peki Clark Kent karakteri nasıl? Güçsüz, zayıf, kendine güvensiz, korkak... Clark Kent Superman'in insan ırkı üzerindeki fikridir.
Bugün günlerden yeni bir Pazartesi. 5 şarkılık listemizin konusu Tarantino filmlerinde yer alan birbirinden güzel şarkılar..
Mutlu Pazartesiler...
Nancy Sinatra ‘Bang Bang’ (Kill Bill Vol. 1)
Urge Overkill ‘Girl, You’ll Be A Woman Soon’ (Pulp Fiction)
Santa Esmeralda 'Don’t Let Me Be Misunderstood' (Kill Bill Vol 1)
David Bowie 'Cat People (Putting Out The Fire)' (Inglourious Basterds)
Bobby Womack ‘Across 110th Street (Jackie Brown)
BONUS 1: Tito And Tarantula ‘After Dark’ (From Dusk Till Dawn)
Biri domatesleri kesti, öteki salatalıkları soydu. Daha iyiler şimdi. Sofra kuruldukça, domates, peynir, kavun, ekmek dizilince yan yana, birlikte düzenlenen şey bir sofra bile olsa, kutsal bir paylaşmadır bu; ilk yakınlıklardır; daha önemli yakınlıklara atlamanın ilk adımı, birlikte düzenlenebilecek nice şey var...
Gece Evren'le boy ölçüşebilen tek
şey. Gece nerede, hangi anda başlar? Ne zaman biter? Gecenin üzerimize
kapanmakta olduğunu gördüğümüz an nasıl bir ruh halinde oluruz? Zımpara taşı
gibidir gece. Belki bir kaçış ya da koşulsuz teslimiyet. Ölümcül şeyler en çok geceleri parıldar. Bir sigara, eski bir aşk, bayat bir hayat, bir tutam umut. Ve gecenin
o anı. Dört kırk sekiz. 4.48 doğu inanışına göre algıların en açık
olduğu, batı istatistiklerine göre de intiharların fazla olduğu saat.
Sarah Kane, 3 Şubat 1971’de, dindar bir ailenin çocuğu
olarak Brentwood kasabasında doğdu. Protestan muhafazakarlığı içerisinde
geçirdiği ergenlik döneminde dinine bağlı bir Hristiyan olarak yetişti. Ancak
daha sonra, bir delilik olarak gördüğü dinsel geçmişini reddetti. Jeremy Weller’in
Mad adlı oyununu seyrettikten sonra deneysel tiyatroya yöneldi ve Bristol Üniversitesi’nde
Tiyatro okudu. Üniversite yıllarında uyumsuz ve sevilmeyen biri olarak
damgalandı. Bir gün eğitmenleri tarafından verilen bir ödevi teslim etti. Fakat
hocası tarafından pornografik bir ödev yazmakla suçlandığında, bir sonraki derste
aynı eğitmenin suratına pornografik dergiler fırlattı. Kane, Howard Baker’ın
karanlık dünyasından etkilenerek “Jakoben” akımını benimsemişti. Dili çok
sertti. Buna karşın ruhunun bir tarafı Sylvia Plath yalnızlığını taşıyordu. Oyunlarında; aşkın kurtarıcılığı, cinsel arzu, acı, fiziksel ve
psikolojik şiddet temalarını işledi. Aslında Sarah Kane’in yazdıklarıyla yaşamı
arasında sıkı bir paralellik vardı.
1999 yılında, 28 yaşında yaklaşık yüz elli adet
antidepresan, elli adet uyku ilacı alarak intihara teşebbüs etti. Hastaneye
kaldırıldı. İki gün sonra ayağa kalktı. Gece ikide sessizce hastanenin köhne
tuvaletinde bulabildiği tek şey olan ayakkabı bağcıklarıyla kendini asarak bu sahte hayata veda etti. Geriye beş tiyatro oyunu ile bir film senaryosu
bıraktı. 1998 yılında
Sarah Kane’in şiddetlenen depresyonu nedeniyle her sabah 4.48’de uyanmaya
başlaması ve bu oyunu kaleme almasıyla son oyunun ismi böyle ortaya çıktı.
“4.48 Psychosis” bir yazarın herhangi eseri olma özelliğinden çok, Kane’in
ölümünden birkaç ay önce yazdığı bir İntihar Mektubu niteliği taşımaktaydı. 4.48 Psychosis, bildiğimiz tiyatro
kalıplarının ötesinde bir yapıttır. Karakter veya karakterlere dair hiçbir bilgi, oyunun
ne şekilde sahnelenebileceğine ilişkin hiçbir ipucu yoktur. Kane bu oyunda dünya’nın kaotik sorunlarını
kendi iç sorunlarıyla bütünleştirmiş çıldırma noktasında bir kadını, aslında
kendini anlatır. Kane’in yaşadığı ruhsal çöküntünün metne dökülmüş
halidir 4:48...
Massive Attack, yeni EP’si Ritual Spirit'den 'Voodoo In My Blood' şarkısı
için hazırlanan son video ile yine harika bir çalışmaya imza atmış.
Ringan Ledwidge’in yönettiği videoda, Gone Girl filminden hatırladığımız Rosamund Pike tek kelime ile döktürmüş...
Almanya'nın doğu ve batı olarak ikiye
bölünmesinden sonra, Doğu Almanya'da insanlık dışı bir
sömürüye tabi tutulan halk, kitleler halinde batıya
kaçmaya başladılar. Doğu Almanya hükümeti bu kaçışları engellemek
için Berlin'i bir duvarla ikiye ayırdı ve batıya geçişleri yasakladı. 1961 yılında Berlin Duvarı'nın yerine önce sadece
basit bir tel örgü çekildi. Daha sonra bu tel örgünün yerine Berlin Duvarı inşa
edildi. Doğu tarafına bakan duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi
için beyaza boyanmıştı. 186 gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba konmuştu. Berlin
Duvarı ayakta kaldığı sürece bir bilgisayar işlemcisi misali sürekli
güncellendi. 1. Nesil, 2 nesil 3. Nesil duvarlar yapıldı. Her seferinde kaçmak
daha zor hale getirildi. Dikenli tellere elektrik verildi, mayın tarlaları
yapıldı, sınır boyunca özel eğitimli köpekler yerleştirildi. Bu duvar sadece Berlin'i değil, sanki bütün Almanya'yı
ikiye ayırdı. Şehrin tam ortasından geçen bu soğuk savaş anıtı, karşı
evlerde oturan komşuları, sevgilileri, aileleri böldü.
Berlin Duvarı, bir duvarın çok ötesinde bir simge olarak birçok
filme ve şarkıya konu olmuştu. Pink Floyd “A Great Day For Freedom”,
Scorpions“Wind Of Change”, Elton John
“Nikita”, Lou Reed “Berlin”, ilk anda akıllara gelen şarkılar. “Berlin
Üzerinde Bir Gökyüzü”, “Tünel”, “Hoşçakal Lenin”, “Ötekilerin Yaşamı”, “Berlin
Mucizesi” ise Berlin Duvarı’nı konu almış bazı filmler. Son olarak uzun bir aranın ardından 'Music Complete' isimli güzel bir albüm yayımlayan New Order, bu albümde yer alan Singularity şarkıları için dönemin Berlin'i ve şehrin simgesi Berlin Duvarı temalı, zaman yolculuğu tadında bir klip hazırlamış.
22 Temmuz 1975 tarihinde Stanley J. Forman isimli gazeteci, polis radyosunu dinlerken şunu duydu. "Fire on Marlborough Street". Hemen olay yerine gitti. Resimdeki Diana Bryant ve küçük kız Tiare Jones itfaiyecilerden yardım bekliyorlardı. Forman'da elindeki makineyle olayı takip ederken, Bob O’Neil adlı itfaiyeci de yangın merdivenine kadar ulaşmış, kamyondan gelecek merdiveni bekliyordu. Fakat merdivenin çok da yaklaştığı sırada içerdeki alevler arttı ve yangın merdiveni daha fazla dayanmadı. Bu esnada Forman bu kareyi çekti. Diana Bryant yere düşer düşmez hayatını kaybetti. Küçük kız ise yaşadı. O’Neil ise kahramanca bir efor sergilemesine rağmen, iki hayatı da birden kurtarmasına ramak kaldığı için çok üzüldüğünü söyledi. Bu fotoğraf ise Stanley J. Forman'a Pulitzer ödülü kazandırdı.
Hikayeye
göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor...
Bülbülün çilesi, yazarın zulası... İnceden sarma bir sigara, inceden bir
bardak... Jak Danyel isimli bir şişe, Hicran isimli bir yara, tuhaf
isimli bir roman. Kafamız iyi, açmayın kapağı, biz böyle iyiyiz....
Ömrünüz boyunca tek bir şey
düşünürsünüz. Bazı soruların yanıt gerektirmediğini bildiğiniz halde
güneşin hiç tazeliği yoktur. Üstelik zaman ve yaşam pek çok sırrı içinde
gizler. Kendinizi güçlü hissettiğinizde, rastlantıların yarattığı bu
perdeyi açmak isteyebilirsiniz. Geçmişinizle başbaşa kaldığınızda:
Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Bugün günlerden yine bir Pazartesi. 5 şarkılık listemizin konusu ise bu sene ülkemizi ziyaret edecek olan sanatçılar. İşte seçmiş olduğum 5 şarkı. Umarım silahların gölgesinden uzak, huzurlu ve müzik dolu bir yaz olur.
Hüzünler, kadınlar, bitmemiş şiirler, şarkılar, yağmurlar, her sokağı
denize açılan şehirler. Savruluşumuz hep bundandı. Biraz Camus, biraz
Nietzsche, biraz Biz...
Bahar esintileriyle uçuşan perdeler gibi, belleğimizde yer eden masum çocukluk hayallerinin karabasana dönüşmesi; yaz ortasında ansızın ve habersiz çıkıveren, ortalığı birbirine katan bir fırtınanın çıkması gibidir çocuklukta çok sevdiğimiz birisinin bir şekilde kaybedilmesi. Mıh gibi saplanan bir şeylerin açtığı, ömrümüz boyunca içimizi kanatan ama başkalarından özenle sakladığımız yaramızın şahidi olan ve bahar esintilerinin, yaz güneşinin ortasına birdenbire çöküveren sonbaharın kuşattığı hayatın, hep çocukluktaki o kayıp anında kalakalması hali...
Bu senenin en iddialı yapımlarından biri olan Vinly dizisinin ilk bölümü 14 Şubat akşamı yayınlandı. Yapımcılığını Mick Jagger, Martin Scorsese ve Terence Winter’ın üstlendiği dizide 1970’lerin sonlarında Bobby Cannavale’in canlandırdığı bir plak şirketi sahibini merkezinde New York’taki müzik camiasının yaşadıkları anlatılıyor. Büyük beklentiler içeren bu dizi umarım bizleri yanıltmaz.
Bugün 5 Pazartesi şarkısında rotamızı 80'lere çeviriyoruz. Telsizle arkadaş aramak, Ana
Britannica, Break Dance, Ahu Tuğba, Banu Alkan, Serpil Çakmaklı,
Metin-Ali-Feyyaz, Miami Vice, Converse All Star, Lambada, 302 Otobüsler,
Eagles, Queen, Flashdance, Gırgır, bir kalem, bir defter, bir silgi
eşliğinde silinip giden yıllar. Tıpkı Turgut Özal’ın dediği gibi “Hadi bir kaset koy da şöyle
bir neşelenelim Semra Hanım". Haliyle, oturmaya mı geldik buraya haydi
eller havaya.
Mutlu Pazartesiler...
Cyndi Lauper - Girls Just Want To Have Fun
Kim Wilde - You Keep Me Hangin' On
OMD - Enola Gay
Men At Work - Down Under
Alphaville - Big in Japan
BONUS: Laura Branigan - Self Control
80'li yılların marşlarından biriydi Self Control parçası. Orjinali Euro-disco tarzında müzik yapan İtalyan Raff'a ait olan şarkı Laura Branigan'ın yorumu sayesinde zamanın ötesinde bir simge haline dönüştü. Sanırım ülkemizde 80'ler gecesi yapılan her partide bu parçayı çalmayan vatan evladını dövüyorlar.
Yüksek Şatodaki Adam (The Man in The High Castle), ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick tarafından 1961 yılında yazılan ve bilimkurgunun prestijli ödüllerinden Hugo'yu kazanmasını sağlayan kitap. 1982 yılında kaybettiğimiz Philip K. Dick, bu kitabıyla yaşadığımız tarih çizgisine bir alternatif sunarak şöyle diyor: "Ya ikinci Dünya Savaşı'nı Almanlar ve Japonlar kazansaydı ne olurdu?"
İnternet dünyasının önemli aktörlerinden Netflix, Yahoo ve son olarakta Amazon film ve
dizi satmak, yayınlamak ve dağıtmakla kalmayıp kendi dizilerini yapmaya
başladılar. İşte Amazon dizi olarak bu kitabın bir uyarlamasını seçti. Dizinin yapımcılarından biri ünlü yönetmen Ridley Scott. Senaryonun uyarlanması da The X-Files serisinin baş
senaristi Frank Spotnitz’e ait.
Dizinin ilk sezonu 10 bölüm olarak tamamlandı. İlk sezonun tamamını izlemiş biri olarak fikrimi soracak olursanız, öncelikle yaratılan atmosfer harika olmuş. Birer saatlik bölümler başta sıkıcı gibi gelsede olay örgüsü ilerledikçe dizi bir bağımlılık yapıyor. Rusya çökmüş, Stalin idam edilmiş. Berlin dünyanın kalbi konumunda. Amerika bu iki süper güç arasında pay edilmiş. Bir tarafı Japonlar, diğer kısmı ise naziler yönetiyor. Ama aralarında gizli bir soğuk savaş var. Elbette kanunların işlemediği bir de tarafsız bir bölge bulunuyor. Hitler hala hayatta ama ömrünün sonlarında. Ondan sonra yaşanacak büyük bir iktidar savaşının sancıları başlamak üzere. Naziler ve Japonlar içten içe kendi aralarında yaşanacak bir savaşa hazırlanıyor. Almanya teknolojik yönden almış başını gitmiş. Japonlar ise daha çok geleneklerine bağlı bir feodal toplum gibiler. İyiler, kötüler, direnişciler, baskıcı bir ortam, Alplerde şatosunda yaşayan ve kutsal gözüyle bakılan Hitler, diğer taraftan Hitler'in mezarını kazmaya çalışanlar, korku, yıldırma, ölüm, sadece güçlülerin yaşamasına izin verilen, insanın içini karartan distopik bir dünya, para birimi mark ve yen, nereden geldiği bilinmeyen tuhaf filmler, bu filmler uğruna ölen insanlar, bu filmleri yapan Yüksek Şatodaki Adam ve garip bir şekilde biten ilk sezon finali. Özetle hepsi bu dizide...
Türk şiirinin az bilenen fakat çok sevilen ismi Ahmet Erhan 8 Şubat 1958'de Ankara'da dünyaya geldi. Fatih Terim'le birlikte Adana Demirspor’un genç takımında futbol oynadı bir süre. Ağır bir sakatlık geçirince futbolu bırakmak zorunda kaldı. Fatih Terim Galatasaray'a doğru giderken, o yolunu şiire doğru kaydırdı. Lise eğitimini akşam lisesinde tamamladı. Ardından Gazi
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı’nı bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptı. Alacakaranlıktaki Ülke adlı şiir kitabı 1981’de çıktı. Şair bu kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’kazandı. İnsanı çarpan Ankara ayazı gibi bir dili vardı. 4 Ağustos 2013’te, Turgut Uyar'ın doğum gününde kanser yüzünden aramızdan ayrıldı.
Ahmet Erhan denince ne aklıma gelir derseniz; Ankara, karamsarlık, yalnızlık ve bir dönem Konur Sokak'ta bulunan Engürü Kahvesi.
"Buyrun, ben Ahmet Erhan
Bir kilo beşyüz gram gelmiş tartıda, doğduğu zaman
Dört ablanın ardından horoz çükü kadar bir oğlan
Doktorlar ve hemşireler arasında bahis salgını:
Yaşar mı yaşamaz mı şu er ve han
Üç ayda topaç, dört ayda gülle gibi olmuş
Daha doğumda ağlamayı ertelemiş hinlikten
Ati ömrüne saklamış
Bütün lohusaların sütü ona akmış, rivayet ol ki
Şımarıklığı bundan
Hoca, bu demiş ya katil olur ya da büyük adam
İkisinin arasında zati bir soğan zarı
Doğa kanunu kurt kapanı
Kapanın elinde kalmış dört mevsim diken…"
Bugün tarih 8 Şubat ve günlerden yine bir pazartesi. Bugün beş şarkılık listemizin tek konuğu 12 yıl önce bugün, 8 Şubat 2004'de kaybettiğimiz büyük usta Cem Karaca. Ne şanslıyım ki onu 2001 tarihinin 23 Mayıs'ında Hacettepe bahar şenliklerinde izleme fırsatına sahip olmuştum. Sahneye çıktı ve o gürbüz sesiyle "Merhaba gençler ve her zaman genç kalanlar" diyerek o meşhur selamını çaktı.
Cem Karaca, kendi tabiriyle bir kızı tavlamak için müziğe başlamıştır. Elvis dinleyip, batı müziğine hayran biri olarak start verdiği müzikal yaşamı, askerde bir nöbet sırasında dinlediği türkü ile farklı bir kulvara yöneldi. 22 yaşında, Apaşlar grubuyla ilk plağını yaptı. Ardından "Resimdeki Gözyaşları", "Namus Belası", "Tamirci Çırağı" ve nice güzel şarkı. 1979 yılı hayatının dönüm noktlarından biri oldu. 1 Mayıs yürüyüşünde söylediği Engels'in "Dünyanın bütün işçileri birleşin" sloganının faturası ağır oldu. Darbe döneminde 200 yıl hapis cezasıyla yargılandı, mallarına el konuldu ve Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Özal döneminde yasağı kalkarak yurduna geri döndü. Kendine dönek diyenlere inat müzikal yaşamına devam etti. Fırtınalı yaşamı 8 Şubat 2004'de geçirdiği bir kalp kriziyle sona erdi.
Cem Karaca ve Moğollar yepyeni bir albümle karşımızdalar. Evet yanlış duymadınız 43 yıl tozlu raflarda bekleyen yeni bir albümle. Albümün ortaya çıkmasında İzzet Öz'ün büyük bir emeği var. Albümün hikayesi şöyle; Yıl 1973, Cem Karaca Kardaşlar grubunun solistliğini bırakarak, Moğollar ile çalışmaya başlamış. 31 Ocak'ta Ankara Güneypark Gazinosu'nda sahneye çıkıyorlar (Ah nerede o eski gazino kültürü). Sunucu ise bu albüme hayat veren İzzet Öz. Gitar ve divan curası ile Cahit Berkay, basgitarı ile Taner Öngür ve
davuluyla Ayzer Danga yerlerini aldılar… Ve Cem Karaca o muhteşem
sesiyle “Merhaba gençler ve her zaman genç kalanlar, huzurunuzda biz Cem
Karaca-Moğollar” deyince inanılmaz bir alkış tufanı. O gece bu konseri izleme şansını bulmuş, bir grup şanslı azınlık müzikal bir ziyafete şahitlik yapıyor.
Konser sonrası bütün ekip Monaco Oteli'nin lobisinde oturmuş, derin bir sohbete dalmış. O sırada İzzet Öz, "Arkadaşlar bu konseri ölümsüzleştirmemiz lazım" diyor. Taner Öngör, "O zaman hemen stüdyoya girip aynen böyle çalalım" diyor. Cem Karaca sadece çalmak yetmez diyerek, şarkı aralarında konuşma fikrini ortaya atıyor. Bu heyecanla hemen çalışmalar başlıyor. Şarkı listesi belirleniyor, Cem Karaca konuşmaları hazırlıyor. 2 Şubat'ta sadece bir saatlik sürede, bu şahane albüm en doğaçlama şekliyle kaydediliyor. İşte 2.2.1973 isimli o albüm 2016 yılının 2 Şubat tarihinde yayınlandı. Hatta 1000 adet basılan plak formatı çoğu müzik markette tükenmiş vaziyette.
Kapanışı Cahit Berkay'ın vermiş olduğu bir röportajda anlattığı bir anı ile noktalayalım. "Bir akşam Kırklareli'nden konserden dönüyoruz. Otobüse bindik, bir gümrük polisi 'Cem Bey bizim için de bir şarkı yapsanız' dedi. Cem, hemen 'O işlere Ersen (Ersen Ve Dadaşlar) bakıyor' diyerek cevabı yapıştırdı.
Şimdi biz susalım ve sadece şarkılar konuşsun. Mutlu Pazartesiler...
Onu çeken, insanların mutsuzlukları içindeki halleriydi, insanların kendileri değildi, mutsuzluklarıydı ve insanın olduğu her yerde buna rastlanıyordu, diye düşündüm, insankolikti o, çünkü mutsuzluk özlemi çekiyordu. İnsanlar mutsuzluktur, dedi hep, diye düşündüm, yalnızca budala olan bunun aksini savunur. Doğmak mutsuzluktur, dedi, yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürür, bir tek ölüm kesip atar bunu. Bu, hep mutsuzuz demek değildir, mutsuzluk yoluyla mutlu olabiliriz, dedi, diye düşündüm.
İsrail'in 2008 sonunda düzenlediği hava saldırıları nedeniyle, Gazze
Hayvanat Bahçesi'nde 400 hayvanın 390'ı öldü. Hayvanat bahçesi
yetkilileri, 2009 sonbaharında bir ressamı işe aldı. Ressam, eşekleri
saç boyasıyla zebraya dönüştürüyordu. Hüzün verici, fakat Filistinli
çocuklar bu sahte zebraları çok sevdi. Hiç gerçek zebra görmedikleri
için, farkı anlamıyorlardı. Sahte zebralar, sahici sevinçlere yol
açıyordu.
Eski ve unutulmayan dostlarımızdan biri olan PJ Harvey, beş yıl aradan sonra “The Hope Six Demolition
Project” ismini taşıyan yeni albümünü 15 Nisan’da piyasaya çıkarıyor. Albümden bizleri selamlayan şarkının ismi ise The Wheel. Videoda yer alan savaşın sonuçları temalı görüntülerin Kosova'da çekildiğini hatırlatalım. Bu arada sanatçının bu yaz ülkemizi ziyaret etme ihtimali olabilir.
Zaman ne çabuk ilerliyor. Günler, haftalar, aylar ve yıllar derken bir bakmışız yolun sonundayız! Bugün yine günlerden yeni bir pazartesi. Bugün beş şarkılık listemizin konusu müzik tarihinin en güzel ilk albümlerinden seçmiş olduğum şarkılar. O zaman şimdi kendimizi melodilerin büyülü sonsuzluğuna bırakalım.
Hepinize Mutlu Pazartesiler...
Joy Division - She's Lost Control
Joy Division için daha ne söyleyebilirim ki. Burada Joy Division ve Ian Curtis için onlarca yazı yazdım. Belki de müzik tarihini en çok etkileyen gruplardan bir tanesi Joy Division'dır. 1979 tarihli Unknown Pleasures içine
girilmesi zor bir albüm, ama tıpkı bir kara delik misali kendinizi
kaptırdıktan sonra kurtulması ise imkansız. Bu albümden seçtiğim şarkı; Rivayete göre Ian Curtis iş bulma kurumunda çalışırken kendisi gibi epilepsi hastası bir kızın geçirdiği krizden çok etkilenip yazdığı She's Lost Control.
Stone Roses - I Wanna Be Adored
Demir Lady'nin İngiltere'de 1979'da iktidara gelince ortaya koyduğu ekonomik-politik kararlar toplumun büyük bir
kesiminde özellikle gençler arasında umutsuzluk, karamsarlık, yoksulluk ve yalnızlık tohumları ekti. Bu toplumsal travma punk müziğin doğuşunda büyük bir rol oynadı. Punk, post-punk derken 80'li yılların sonlarına doğru club ve uyuşturucu modası, Manchester Sound denen bir akımın doğmasına neden oldu. Brit pop sürecine giden bu yolda neo-psychedelia ritimler eşliğinde rave
ve acid house kültürü gelişti. Bu dönemin tartışmasız en cool ve özgün
grubu Stone Roses idi. Bu beton gibi ilk albüm Maymun Kral Ian Brown'ın
kayıtsız ve kendine özgü vokaliyle devleşiyordu.
Tindersticks - City Sickness
Bazı
gruplar vardır ve yaptıkları müziğin net bir tarifi yoktur. Açıkçası tarif
edilmek, önüne bir sıfat konmak gibi bir gereksinime de ihtiyaç duymazlar.
İşte Tindersticks bu tarifin içini eksiksiz dolduran kusursuz bir hazinedir. Tinderstick’in kendi adını taşıyan debut albümü yayınlandığı 1993 senesinde tabiri yerindeyse her şeyi ezdi geçti. Melody Maker’da Nirvana ve Pearl Jam’i
geride bırakıp yılın albümü seçildi. İngiliz basınından büyük övgü
gören albüm tarifsiz ve boyutsuz sıfatlarıyla baş tacı edildi. Grubun beyni Stuart Staples, gerek solo, gerekse Tindersticks ile hala acıklı şarkılar söyleyerek, insanların canını yakmaya! devam ediyor. Bu arada 10. Tindersticks albümü 'The Waiting Room' 22 Ocak'ta taze taze çıktı.
Violent Femmes – Blister In The Sun
Müzik tarihinin en özgün işlerinden biri olan Violent Femmes'in kendi
adını taşıyan debut albümleri; sokak müzisyenliğinin mainstream sularından
uzak bir şekilde zamanın ötesinde ruh bulmuş hali sanki. Akustik
müziğin punk havası ile buluşması ve vokalist Gordon Gano'nun sinirli
konuşma tarzındaki vokali albümün özünü oluşturuyor. Gergin fakat
eğlenceli bir atmosfer eşliğinde su gibi akıp giden bir kayıt. Yine güzel bir müjde verelim. Geçtiğimiz sene uzun bir sürenin ardından 'Happy New Year' isimli bir EP ile karşımıza çıkan Violent Femmes, yeni albümlerini Mart ayı gibi yayınlamayı planlıyor. Albümün ismi ise We Can Do Anything.
Jeff Buckley - Last Goodbye
Rock efsaneler ile beslenir. Ölüm, intiharlarla hayranlık yaratır,
nedeni meçhul ise sonsuza kadar kutsanır. Erken ölüm ise imrenilecek
bir tat bırakır hafızalarda. Henüz 30’undayken yaşamını yitiren Jeff Buckley kariyeri boyunca sadece
tek bir albüm yayınlamış olsa da, müzik tarihinin en ilham verici müzisyenlerinden biri olmayı başardı. Son konserini 29 Mayıs 1997 yılında veren
Buckley, aynı gece aniden Mississippi nehrinde yüzmeye karar vererek
kıyafetleriyle suya girdi ve dalgalar arasında kaybolarak boğuldu.
Cesedi 4 Haziran’da bulundu. Babasını
hiç tanımayan bu genç ozanın tıpkı babası gibi genç yaşta hayata
gözlerini yumması, hayatın o tuhaf ironilerinden biriydi.