Çok şey yitiriyormuşum gibi geldi bana. Kendi kendime sordum: Üzgün değil miydim, yaşamın çatırdadığını duymamış mıydım? Evet, öyle olmuştu; ama kalkıp sokaklarda koşturduğum, odanın bir köşeşinde kıpırtısız durduğum her dakika, gecenin serinliği, toprağın sağlamlığı soluklanmamı, sevince dayanmamı sağlıyordu. Bununla birlikte hiçbir zaman yaşama sus, ölüme defol dememiş kimselerle de karşılaştım. Hemen hep kadınlar, güzel yaratıklar. Erkekler, yılgı sarıyor, gece delip geçiyor onları, tasarılarının boşa çıktığını, çabalarının toz olup gittiğini görüyorlar, dünya benimdir diyen o önemli kimseler afallıyor, ne varsa çöküyor. Sevgili anneannem bugün bu dünyadan ayrılmış olsanda, gittiğin yerde mutlu olacağını biliyorum. Yukarıdan bizlere bakmaya devam et lütfen ve daima gülümse...
Tezer Özlü'den Ferid Edgü'ye Mektuplar misali "Odanın içinde geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Ben beni bunaltıyor. Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim." Mektup bir insanın ruh çıplaklığını anlatmasının en güzel yolu olsa gerek.
Mutlu Pazartesiler...
Oh Elise it doesn't matter what you say I just can't stay here every yesterday Like keep on acting out the same The way we act out Every way to smile Forget And make-believe we never needed Any more than this Any more than this Oh Elise it doesn't matter what you do I know I'll never really get inside of you To make your eyes catch fire The way they should The way the blue could pull me in If they only would If they only would At least I'd lose this sense of sensing something else That hides away From me and you There're worlds to part With aching looks and breaking hearts And all the prayers your hands you make Oh I just take as much as you can throw And then throw it all away Oh I throw it all away Like throwing faces at the sky Like throwing arms round Yesterday I stood and stared Wide-eyed in front of you And the face I saw looked back The way I wanted to But I just can't hold my tears away The way you do Elise believe I never wanted this I thought this time I'd keep all of my promises I thought you were the girl I always dreamed about But I let the dream go And the promises broke And the make-believe ran out... So Elise It doesn't matter what you say I just can't stay here every yesterday Like keep on acting out the same The way we act out Every way to smile Forget And make-believe we never needed Any more than this Any more than this And every time I try to pick it up Like falling sand As fast as I pick it up It runs away through my clutching hands But there's nothing else I can really do There's nothing else I can really do There's nothing else I can really do At all...
Oyuncu Doğan Tamer'in senaryosunu yazdığı, T.Fikret Uçak'ın yönettiği 3 Dev Adam belki de kendi türünde ender rastlanan örneklerden biridir; dizi film, çizgi roman, fotoroman kalıplarını biraraya getiren abartılı bir şiddet ve sadizm gösterilerine geniş bir yer ayırır. Film bir trash filmden beklenilecek her şeyi eksiksiz sergilemektedir. Uzak Doğu'da merkezlenen uluslararası suç örgütü Örümcek Çetesi tarihi eser kaçakçılığı için Türkiye'ye yerleşmiştir. Daha önce çalıp sattığı antikaları sahte dolar basarak geri alan çetenin faliyetlerini izleyen ABD ve Meksika hükümetleri, kendi süper kahramanlarını Türk polisiyle işbirliği yapıp çeteyi çökertmek üzere İstanbul'a gönderirler. ABD'den yüzbaşı Amerika (Aytekin Akkaya) ve Meksika'dan maskeli punkreas güreşçisi El Santo (Yavuz Selekman) Türk Emniyetinden komiser Orhan (Doğan Tamer) ile buluşup bir dizi kanlı cinayet işlemiş Örümcek Adam (Tevfik Şen) ve sevgilisi Nadya'ya karşı harekete geçerler. Örümcek Adamı durdurmak isteyen başkaları da vardır, birçok adamını ona kurban veren Mafya gibi. An gelir Üç Dev Adam Örümcek'i kıstırır, fakat birden örümcek kostümlü adamların saldırısına uğrarlar. Kanlı bir mücadeleden sonra Yüzbaşı Amerika, bir biçki makinasıyla Örümcek'i öldürmayi başarır. Çete çökertilir, tarihi eserler kurtarılır ve yabancı süper kahramanlar ülkelerine dönerler. Filmi Amerika'da video kasetten izlemiş olan sinema yazarı ve Sinema Brut dergisinin yayıncısı Keith T.Breese Üç Dev Adam'ı eleştirirken şaşkınlığını gizleyememiştir. "Bu bir şaka değil" diyor, "anlaşılabilmesi için seyredilmesi gereken bir Türk filmidir. İster inanın, ister inanmayın bu taşlamalı bir güldürü değildir. Süper Kahramanları ve Süper Canileri ele alan sert ve ciddi bir çalışmadır. Pek tabii ki film dağınık, ucuz ve kötüce çekilmiştir fakat benzerini bulabilmek zordur.
"Fantastik Türk Sineması"
Bildiğim kadarıyla piyasada film dvd formatında mevcut. En azından bende bir tane var.
İlk defa okuldan kaçtığımda 16 yaşındaydım. Eskişehir'in gerçekten eski olduğu yatılı okul yıllarıydı. Devlet ciddiyetinin içimize işlendiği ama boyumuzdan büyük hayallerimizin olduğu bir dönem. Soğuk bir kış günüydü. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Bir bayram öncesi bir grup arkadaş okuldan kaçmak için plan yaptık. Salinger ile yeni tanıştığım bir dönemdi. Ona dair ne bulursam okuyordum. İçimde gizliden gizliye bir Holden Caulfield hayranlığı vardı. Okulun parmaklıklarından kaçış ve Enveriye İstasyonu'ndan trene kaçak biniş ve eve varış. Elbette arkamızdan oğlunuz okuldan kaçtı temalı bir telefon ve okula dönüşte alınan bir ton ceza. Ama içimdeki coşkuyu hatırlıyorumda, herşeye değmişti bence. Ve babalarımız. Bizim kuşağımızın babaları biraz sertti. Onların hiç bir zaman ruh halinin mevsimi bilinmezdi. İçlerindeki sevgiyi hep ikinci plana atıp doya doya sarılmaya korktular. Ama belkide haklıydılar. Onlar bu çoğrafyada iki tane darbe gördü. Hapislerde yattılar, işkence gördüler. Her zaman sert görünmek zorunda kaldılar. Belki o yüzden bizlerde sevdiklerimize sıkı sıkı sarılıp gitme diyemedik. On The Roads Again diyerek bir süre daha uzaklarda olacağım. Şimdiden Mutlu Pazartesiler...
Bu topraklardan çıkmış biraz sıradışı, biraz arıza bir insan şair, senarist ve yönetmen Onur Ünlü. Ah Muhsin Ünlü ismiyle yazmış olduğu şiirler gerek alaycılığı gerekse barındırdığı ironiler nedeniyle Onur Ünlü'nün hayata bakışını özetler nitelikteydi. Polis filmi ile başlayan sinema sürüveni ise bugün vizyona giren "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" ile devam ediyor. Son dönemde TRT'nin fenomen dizisi Leyla İle Mecnun'un yönetmen koltuğunda oturması onu daha çok tanınır hale getirdi diyebiliriz. Özellikle belirtmek gerekirse Onur Ünlü bir daha film çekmesin, Ah Muhsin Ünlü'de bir daha şiir yazmasınlar tarafında değilim. Benceyaşamla ölüm arasında savrulan insanların hikayesini anlattığı 5 Şehir filmi bu ülkede yapılmış en sıradışı fimlerden bir tanesi.
Ve Ah Muhsin Ünlü'nün meşhur şiiri "Freud Diye Bir Şey Yoktur. "
sen beni öpersen belki de ben fransız olurum şehre inerim bir sinema yağmura çalar otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür. -senegalliler dahil değil sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin -yoksa seni rahatsız mı ettim? sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim elbette gayet rasyoneldir attan atlamak -freud diye bir şey yoktur. sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün. -haydi iç de çay koyayım.
Bakmayın insanların "Beni çok sevecek birini arıyorum" demesine. Büyük bir sevgiye maruz kalınca hepsi kaçacak delik arıyor.
"Bob Marley"
Go Outside videosunda hikayesi anlatılan People's Temple (Halkın Tapınağı) kilisesi James Warren"Jim" Jones tarafından kuruldu. Halkın Tapınağı, zenci ve beyazlara eşit muamelesiyle diğerlerinden ayrılıyordu. Bu yüzden birçok siyah Amerikan vatandaşı tarikata üye oldu.
Müritler Jones'a Baba diyorlardı. Jones onlar için İlahi bir varlıktı. Onun mucizevi iyileştirici özellikleri olduğunu düşünüyorlardı. Kilise üyeleri kendi hareketlerinin toplumun problemlerine çözüm getireceğine inandılar. Bunun yüzünden ana akım Hristiyanlıktan uzaklaştılar. Eşcinsel olduğu için medyanın eleştirilerine maruz kalan Jones, sekse düşkünlüğü kadar daha sonra oğlunun açıkladığı üzere yoğun bir şekilde amfetamin, marijuana ve LSD kullanıyordu.
1977 yılında İnsan Tapınağı tarikatı, Guyana'da ormanın içine bir araziye taşındı. Jones'un hayali burada tarikat üyeleriyle komünal bir yaşam sürüp medyanın ve halkın bıktıran ilgisinden uzaklaşmaktı. Fakat kasaba yaşamına geçince işler değişmeye başladı. Jones, ağırlaşan uyuşturucu bağımlılığı etkisi altında müridlerine sık sık toplu intihar provaları yaptırmaya başladı. Tarikat mensuplarının yakınları dernekler oluşturup Jonestown'da insan hakları ihlalleri yapıldığını iddaa edip bölgeye ziyaret etmek için bir basın ekibi ve senatör göndermeyi başardılar. Ekip Jonestown'dayken her şey normal gözüküyordu, fakat ziyaretçi ekibi artık oradan ayrılmak istediklerini söylediler ve yanlarına da ayrılmak isteyen tarikat mensuplarını aldılar. Uçağa binerlerken kamyon üstünde İnsan Tapınağı tarikatı mensubu silahlı adamlar tarafından saldırıya uğradılar ve 5 kişi hayatını kaybetti. Bu olayın patlak verdiği günün akşamı ise aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu 911 müridiyle birlikte Jim Jones kasabasında aynı anda intihar etti. Müridler siyanürlü kokteyler ve enjektörler vasıtasıyla intihar ederken, koltuğunda ölü bulunan Jones'un kendini silahla vurduğu görüldü.
Ertesi gün bu olaydan haberi olmayan basın helikopterle bölgeye geldiğinde her yere dağılmış 900'ün üzerinde cesetle karşılaşınca şoke oldu. Tüm dünyayı ayağa kaldıran bu eşine rastlanmamış olay Jonestown Katliamı olarak tarihe geçti.
Ayrıca konuyla ilgili olarak dikkat çekici şu yazıya göz atmakta fayda var.
Dün akşam milli maçı izlerken resmen bitsin bu çile artık diye dua ediyorduk. Bir yandan en iyi tezahürat şeklinin küfür olduğunu aklına mıh gibi kazımış bir taraftar tayfası, diğer yanda maç bitsede evimize gitsek izlenimi veren futbolcular. Al birini vur ötekine. Zagrep Radyo'sunda Lili Marlen Türküsü çalar, Duygusallar Cumhuriyeti'nde bir Milli Takım Zaprep tatili kazanır. O değilde Erkin Koray'ın dediği gibi Aşkımız Bitecek bundan korkuyorum. Erkin Baba demişken Seattle'lı bir firma olan Sublime Frequencies Erkin Koray'ın 1970 ve 1977 arasında kaydedilen parçaları Usta'nın kendi kişisel koleksiyondan alarak Meçhul ( Singles & Raties) isimli bir albüm basmış. Nefis parçalar, nefis yorumlar.
Diğer bir mevzu Japonya'lı deprem şehidimiz Atsushi Miyazaki. Muhtemelen kendi ülkesinde 5.6 şiddetinde bir depremde evinde istifini bozmadan kahvaltısına devam edecek Miyazaki kaldığı Bayram Otel'in enkazında can verdi. Miyazaki çalıştığı yardım kuruluşu AAR Japonya'ya neden katıldığını, kurumun sitesindeki mektubunda şöyle anlatmış. "Yalnızca gelişmiş ülkelerden değil, aynı zamanda da gelişmekte olan ülkelerden büyük Japonya depremi kurbanlarına gönderilen pek çok yardım ülkelerarası karşılıklı yardımlaşmanın dünyayı ayakta tuttuğunu bir kez daha anlamamı sağladı. Dünyadaki acil yardıma ihtiyacı olan insanları düşündüğüm zaman, Tohoku bölgesi de dahil olmak üzere, farkına vardım ki organizasyon yönetimi, halkla ilişkiler ve savunma aktiviteleriyle ilgili daha önce görev aldığım sivil toplum kuruluşlarında kazandığım tüm tecrübemi bu insanlar için faydalı hale getirebilirim. Barış inşası alanına hep ilgili oldum. Tohoku'daki depremi görmek dünyada zor durumda olan insanlara yardım etme arzumu güçlendirdi ve bu aynı zamanda, inanıyorum ki barış inşasına da yönlerdirdi. AAR Japonya bu tür aktivitelere adanmış bir organizasyondur ve bu benim sizle çalışmayı istememim nedenidir." Olacak belli duygusal bir millet olarak rahmetlinin ismini parklara, bahçelere, sokaklara vereceğiz ve o bina hiç yıkılmamış gibi yoğun milli duygularımız ile Duygusallar Cumhuriyet'inde hayatımıza devam edeceğiz bir sonraki depreme kadar.
İsmini Alman Demokratik Cumhuriyeti'den alan DDR, 2002 yılında Cihan Cinemre ve Can Batukan tarafından İstanbul'da kuruldu ve aynı yıl Post-technik isimli ilk demo kaydını yaptı. 2004 yılında üye sayısını dörde çıkararak, Slusaj Najglasnije! isimli plak şirketinden ikinci demosunu kaydetti. 2006 yılında çıkan Yeniden Üretim isimli üçüncü demodan sonra bir albüm sürecine giren DDR, Agitprop isimli albümlerini Peyote Müzik'ten çıkartılar. Agitprop 17 Ekim Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram. Gündelik hayata ait enstümanları kullanarak işçi sınıfına yönelik yapılan bir propaganda yöntemidir. DDR müziğinde popüler kültürün etkisindan kaçınarak, bilindik kalıpların aksine karanlık ve döngüsel bir kurgunun peşinden koşuyorlar. Ticari kaygılardan uzak post-punk etkileşimli bu müzik Türkiye'de süregelen kalıplaşmış müzik hegomanyasına manifesto niteliğinde, mesaj verme kolaylığına kaçmayan samimi bir direniş
Beyoğlu'ndan gürültüler geliyor, tamam akşam. Bir takım insanlar ellerini yüzlerini yıkayıp sokağa çıkmışlar. Daha geniş meydanlara, köprülere, caddelere gelip durmuşlar. Bir kısmı Yenikapı'ya Çakır'ın Gazinosuna koşmuş, bazıları Eyüp'e, Kasımpaşa'ya, Üsküdar'a çıkmışlar. Beşiktaş'lı hemen caddeye ve denize nazır bir yere oturmuş. Bu saatte Karaköy'deki Batumlu geveze salepçinin Alaca kedisinden başka konuşacak kimsesi yok. Soğuk bir rüzgar ikisini birbirine yaklaştırmış, kıpırdamadan duruyorlar. Fakir mahallelere beyaz atıyla Fatih çıksa yerinden kıpırdamazlar. Hepsi güzel şeylere inanmışlar. Mutlaka büyük bir rahatlık olan denizi ve gökyüzünü görmeye çıkmışlar. Denizde ve gökyüzünde Hürriyetsiz hiçbir şeyin yaşadığı görülmemiştir. Bu saatte İstanbul'un geniş ve ölümsüz yüreği, insanların dar ve kahırlı yüreğine karşıdır.