30.10.2012

Zaman zaman


Bilenler bilir bir zamanlar Ankara'da iki kişi vardı ve günler su misali akıp giderdi. Şimdi ise Ankara'da günler zamansızlığın yelkovan cinsinden eşdeğeri pastel tonlarda; aşkın bir paradokssa oturmayan analitik kuramlar, hiçbir zaman son bulamamış karaborsa hikayeler ve ritmi bozuk şarkılar eşliğinde geçip gitmiyor.

Evet kimilerinin düşüşü sert oluyormuş. Şimdi cevabı bilinmeyen tek soru "Zaman herşeyi unutturmaya yetecek mi" 

Fikret Kızılok - Zaman Zaman

Patrick Wolf - Hard Times

Hava Narghile


Jay Dobis, Anadolu rock müziğine aşık olup, Amerika'dan kalkıp gelerek İstanbul'a yerleşmiş bir müzik insanı. Hayatını müzik ekseninde şekillendirmiş olan Dobis, dünya müziğinin birçok türüyle yakından ilgilenen ama özellikle 60'lı yıllardan 70'lerin sonuna kadar uzanan süreçte yayınlanmış Anadolu Rock çalışmalarına gönül vermiş bir insan.

Jay Dobis'nin hayatını değiştirmiş olan Türk Rock albümlerinde ilk beş şu şekilde.

- Erkin Koray "Elektronik Türküler"
- Erkin Koray "2"
- Moğollar "Anadolu Pop"
- Moğollar & Silüetler
- Üç Hürel "Vol 1"

İşte Hava Narghile albümü Jay Dobis tarafından hazırlanan ve Bacchus Archives etiketiyle yıllar önce basılmış bir toplama. Albümde Mazhar ve Fuat'lı Kaygısızlar, Yabancılar, Grup Bunalım,1966'da Altın Mikrafon'da birincilik alan şarkılarıyla Siluetler gibi isimler yer almış.

Grup Bunalım - Başak Saçlım

Melih Faruk Serdar Saygun - Gurbet Acısı

29.10.2012

Kara Dul "Vera Renczi"


1920’ler ve 30’lar boyunca 35 kişiyi zehirleyerek öldüren Vera Renczi, Romanyalı bir seri katil. Soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olan Renczi, genç yaştan itibaren sık sık evden kaçmaya ve kendinden yaşça büyük erkeklerle beraber olmaya başlar. Ancak oldukça kıskanç olan Renczi’nin beraber olduğu tüm erkekler korkunç kıkançlık krizlerinin kurbanı olacaktır. İlk defa kendisinden yaşça büyük olan kocasının kendisini aldattığından şüphelenen Renczi, bir gün dayanamayıp kocasının yemeğine arsenik koyarak adamı öldürür. Daha sonra ise etrafına kocasının kendisini ve oğlunu terk edip gittiğini söyler.


Renczi’nin ilk kocasının ölümü, onu takip eden onlarcasının habercisi olacaktır. İkinci kez, bu sefer kendi yaşına daha yakın bir genç adamla evlenen Renczi’nin kocası, henüz bir yıl doğmadan ortadan kaybolur. Renczi yine yakın çevresine kocasının onu başka bir kadın için terk ettiğini söyleyecektir. Bu ikinci evliliği aynı zamanda sonuncu olsa da, Renczi birkaç sene içinde edindiği 32 sevgilisini, kimi aylar kimi zaman ise günler sonra, zehirleyerek öldürür. Hatta arada durumu kavrayan öz oğlu kurbanlar listesine katılır. Polis ancak Renczi’nin sevgililerinden birisinin karısı kocasının Renczi’nin evine gittiğini ve bir daha dönmediğini bildirdiğinde evi basacak ve bodrum katında tam 32 adet, kurşunla mühürlenmiş ancak gömülmemiş tabut bulacaktır. Vera Renczi ise daha sonra polise verdiği ifadede kimi geceler evinin bodrum katında, tüm eski sevgililerinin ortasında oturmaktan keyif aldığını itiraf eder.

The Killers - Somebody Told Me

Talking Heads - Psycho Killer (Live)

28.10.2012

Merihten Saldıranlar


- Tahminime göre başka bir dünyadan gelmiştir.
- Fakat kimyevi bakımdan bu imkansız!
- Senin kimyanın Allah belasını versin!
- Ben hakikatı istiyorum..

Yukarıdaki satırlar Çağlayan Yayınevi tarafından bilimkurgu romanı serisi kapsamında basılan 'Merihten Saldıranlar' kitabında geçiyor. Çağlayan Yayınevi 1953 yılında Ertem Eğilmez, Refik Erduman ve Haldun Sel tarafından kuruldu. 1 Liraya satılan kitaplar cep boyutunda Türkiye'nin ilk bilimkurgu serisi olma özelliği taşıyordu. Toplam 10 kitaptan oluşan seri zamanının önde gelen bilimkurgu yazarlarının eserlerinin Türk versiyonundan oluşuyordu. Yine kapaklar o dönemde yurt dışında çıkan benzer konulu yayınlardan alınan illüstrasyonları içeriyordu.


Elbette çevirilerin dili döneme özgü sözcükleri içeriyordu. Örneğin gezegene 'seyyare' gibi isim veriliyordu. Bu on kitabın ismi şu şekildeydi.

- Merihten Saldıranlar
- Feza Canavarları
- Kainat  Fatihi
- İntikam Roketi
- Boşluk Korsanları
- Mavi Ölüm
- Mazisiz Adam
- Çıldıran Dünya
- Hücum

Space - Begin Again
 
Prinzhorn Dance School - Space Invader

Gökçen Kaynatan


Gökçen Kaynatan 60'lı yıllarda, 14 kişilik efsanevi bir orkestranın başında Cem Karaca, Özdemir Erdoğan, Mesut Aytunca gibi isimlerle beraber çalıştı. Daha sonra grup müziğini bırakarak elektronik projelere yöneldi. Kaynatan'ın 1973 tarihli iki 45'liği buluyor. İlk 45'lik, "Pencerenin Perdesini" ve "Beyoğlu'nda Gezersin" yorumlarından oluşuyor. İkinci plağı ise daha özgün ve kişişel çalışmaları kapsıyor. Gökçen Kaynatan ev yapımı analog synthesizer ve tape loop'lar ile Türkiye'de elektronik müziğin babası oldu dersek yanlış bir tanımlama yapmış olmayız sanırım.

Gökçen Kaynatan - Beyoglunda Gezersin

Gökçen Kaynatan - Pencerenin Perdesini

27.10.2012

Ninni

Kasabanın adı haritada Stone River olarak geçiyor. Stone River, Nebraska. Ama Çavuş'la birlikte oraya vardığımızda şehir sınırlarındaki tabelanın boyanarak, üzerine "Shivapuram" yazılmış olduğunu görüyoruz. Nebraska. Nüfus 17.000.

Sokağın ortasında, yol çizgilerinin üstüne apışık oturmuş alaca bir ineği yoldan çekmemiz gerekiyor. Geviş getiren hayvan yerinden kıpırdamıyor. Kasabanın merkezi, kırmızı tuğlalı binaların oluşturduğu iki bloktan ibaret. Ana kavşaktaki trafik lambasında sarı yanıyor. Siyah bir inek "Dur" levhasının metal direğine sürtünerek yan tarafını kaşıyor. Beyaz bir inek postanenin penceresindeki saksıdan sarkan zinya çiçeklerini yiyor. Başka bir inek karakolun önündeki kaldırıma yatarak yolu kapatmış.

Ortalık köri ve paçuli kokuyor. Şerif yardımcısının ayağında sandalet var. Şerif yardımcısı, postacı, kafedeki garson kız, meyhanedeki barmen, hepsinin kaşlarının arasında siyah bir nokta var. Hintlilerin bindi adını verdiği süs.

"Aman Tanrım", diyor Çavuş.
"Tüm kasaba Hindu olmuş."
Bu haftaki "Psişik Mucizeler Bülteni"nde tüm bunların sebebinin, konuşan Yahuda İneği olduğu yazıyor.

Mezbaha işlerinde işin hilesi, ineklerin, kesimin yapıldığı kata çıkan darboğaz şeklindeki ağıla tırmanmalarını sağlamaktır. Çiftliklerden kamyonetlerle getirilen ineklerin kafası karışıktır, korkarlar. Saatlerce, bazen günlerce aç ve uykusuz halde kamyonetle yol giden inekler, mezbahanın dışındaki yemliklerde otlayan diğer ineklerin yanına bırakılır.

Ağıla tırmanmaları için yanlarına Yahuda İneği gönderilir. Bu ineğe gerçekten bu isim verilir. Bu, mezbahada yaşayan bir inektir. Eceli gelen ineklerin arasına karışıp, onları kesimhaneye çıkan ağıla yönlendirir. Yahuda İneği yol göstermese, korkudan aklı çıkmış inekler asla ağıla girmezler.

Balta, bıçak veya çelik keskinin kafaya indiği noktaya bir adım kala, yani son anda, Yahuda İneği kenara çekilir. Kendini kurtarıp sıradaki inekleri ölüme gönderirir. Bunu ömrü boyunca yapmaya devam eder. "Psişik Mucizeler Bülteni"ne göre bu durum Stone River Et Paketleme Tesisi'ndeki Yahuda İneği'nin durduğu güne dek böyle sürdü.



Yahuda İneği o gün kesimhane kapısında durup yolu tıkadı. Kenara çekilerek arkasındaki sürünün ölmesine izin vermeyi reddetti. Tüm mezbaha ekibinin gözleri önünde arka bacakları üzerine oturdu. Aynen köpek oturuşu gibi, kesimhanenin kapısına oturdu ve kahverengi inek gözleriyle çevresindekilere bakıp konuştu.

Yahuda İneği konuştu.
"Et yeme alışkanlığınıza son verin" dedi.

Yahuda İneği o gün bütün öğleden sonra konuştu. İnsanoğlunun doğal yaşamı tahrip ettiğini söyledi. İnsanların diğer canlı türlerini yok etmekten vazgeçmesi gerektiğini söyledi. İnsanoğlu kendi nüfusuna sınır getirmeli, gezegendeki varlıkların ancak çok küçük bir yüzdesinin insan olmasına izin veren bir kota sistemi oluşturmalıydı. Çoğunluk olmadıkları sürece insanlar istedikleri şekilde yaşayabilirdi.

"Chuck Palahniuk"

Suede - Animal Nitrate

Pulp - Do You Remember First Time

24.10.2012

Meat Is Murder


Heifer whines could be human cries
Closer comes the screaming knife
This beautiful creature must die
This beautiful creature must die
A death for no reason
And death for no reason is MURDER

And the flesh you so fancifully fry
Is not succulent, tasty or kind
It's death for no reason
And death for no reason is MURDER

And the calf that you carve with a smile
Is MURDER
And the turkey you festively slice
Is MURDER
Do you know how animals die ?

Kitchen aromas aren't very homely
It's not "comforting", cheery or kind
It's sizzling blood and the unholy stench
Of MURDER

It's not "natural", "normal" or kind
The flesh you so fancifully fry
The meat in your mouth
As you savour the flavour
Of MURDER

NO, NO, NO, IT'S MURDER
NO, NO, NO, IT'S MURDER
Oh...and who hears when animals cry ?


Hepinize iyi bayramlar! 

The Smiths - Meat Is Murder

Nancy Sinatra - Let Me Kiss You

Bisiklet Hırsızları


BirinciBlog için yazmış olduğum bisiklet konulu yazı.

Bisiklet sonsuz bir özgürlüktür. Dünya tarihinde son dönemdeki bütün hesapların petrol üzerine yapıldığını düşünürsek bisiklet, mevcut düzene karşı onurlu bir direniştir. Bir sivil itaatsizliğin en basit örneği olarak bisikleti sahiplenmek, onun üzerinde vakit geçirmek, haydi pedala kuvvet demek, atmosfere yapılan karbon salınımında azalmaya neden olmaktır. Bütün bunlara ek olarak hepimizin bildiği gibi sağlıklı yaşama katmış olduğu artı değeri söylemeye gerek yok sanırım. Bütün bunları düşündüğümüz zaman bu araç dünya üzerindeki en güzel icatlardan biridir.

Bisiklet çok basit, karınca gibi bir alettir. Uzun ve pahalı bir bakımı yoktur. Yakıtı sadece insan gücüdür. Çok yer kaplamaz, trafik gibi bir sorunu yoktur, hiçbir taşıtın giremediği yerlere kolayca girip çıkabilir. Kısaca bisiklet özgürlük ve iç huzurun en büyük dostudur. Aslında bisiklet hakkında bahsedilecek o kadar çok konu varki. Bisiklet tarihi, Critical Mass, Barışa Pedal, Ghost Bikes, Fransa Bisiklet Turu bunlardan bazıları sadece. Elbette bu konuların hepsine girmek çok uzun süreceği için bugün öncelikle size Türkiye’de bisiklet denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Aydan Çelik’in “Bisiklet Manifestosu”ndan bahsedeceğim. Aydan Çelik BİSİKLET NEDİR? diye soruyor ve şöyle cevaplıyor:

Eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
Kardeşliktir: Bir ağaç gibi tek ve hür öte yandan.
Çocukluktur: Hayatla izdivacın balayı günlerinden.
Aylaklıktır: Akreple yelkovana nispet.
Sükunettir: Ne der filozof: gürültü, zekayla ters orantılıdır.
Rüyadır: Üç yaşında başlar, hayat boyu sürer.
Hayal Gücüdür: Durduğunda devrilir.
Aşktır: Her bahar sırtınızı ürpertir.
Libidodur: Düz duvarlar sizindir.
Yazdır: Yaz yaz bitmez bir metnin iki noktası
Kıştır: Her mevsim Vivaldi.
Kendisidir: Doğan görünümlü Şahin değil.
Devrimdir: Gerçekçi olur imkansızı ister.
Ütopyadır: Ayaklar hep havada.
Bi tur versenedir: Boş arsaların rant’a yenik düşmediği zamanlardan.
Aşüftedir: Yoldan çıkartır.
Rosinantedir: Don Kişot’un altında olsaydı değirmenler bizimdi.
Tek kişilik karnavaldır: Dünyanın sokaklarından
Köroğludur: Otomobil icat olur mertlik bozulur.

Bir diğer kısaca bahsetmek istediğim konu “Cyclown Circus”. Onlarla 2005 yılında Büyükada’da tanışmıştım. Cyclown Circus dünyanın %25’ini bisikletle katedip, gittikleri her yerde insanları müzikle eğlendirip, değişik şovlar yapan bir grup. Cyclown Circus zaten bisiklet ve soytarı kelimelerinden devşirilmiş bir isim. Elbette onları bu kadar özel yapan unsurlardan biri kendilerine özgü bisikletleri ile dünyayı arşınlamaları ve gittikleri her yerin etnik soundundan kendilerine bir pay çıkarmaları. Örneğin o gün “Üsküdar’a Gider İken”i çok nefis çalmışlardı. Modern zamanın bu Don Kişotları özünde dünyanın bu kötü gidişatına dair meselesi olan duyarlı insanlar.

Dediğim gibi konu bisiklet olunca yazacak o kadar çok şey var ki. Son olarak isterseniz Bisiklet konulu bir şarkı listesi ile yazıyı sonlandıralım.

-  Pink Floyd “Bike”
-  Kraftwerk “Tour de France”
-  The Wallflowers “Angel On My Bike”
-  Tomorrow “My White Bicycle”
-  Nat King Cole “Bicycle Built For Two”
-  Masters of Reality “Bicycle”
-  Mark Ronson and The Business Int “The Bike Song”
-  Queen “Bicycle Race”
-  Orbit “Bicycle Song”
-  Blink The Star “Bicycle Freedom”
-  Pale Fountains “Bicycle Thieves”
-  Jim Post “Bicycle Wheel”
-  Nazareth “The White Bicycle”
-  Jewel “Boy Needs A Bike”
-  Tom Waits “Broken Bicycles”
-  Blondie “Bike Boy”
-  They Might Be Giants “Dirty Bike”
-  The Jazz Butcher “Bicycle Kid”
-  Pendelum “Duck On A Bike”
-  XTC “Bike Ride To The Moon”
-  Fountains Of Wayne “Leave The Biker”
-  Paul McCartney “Biker Like An Icon”
-  Lisa Germano “Riding My Bike”
-  Madness “Riding On My Bike”
-  Fat Truckers “Superbike”
-  Fats Domino “Rockin Bicycle”


Evet bisiklet elimizde kalan en son özgürlük savaşcılarından bir tanesi. Ülkemizde popülist söylemlere ve insanlardan çok araçlara göre düzenlenen bir kent belediyeciliğini düşünürsek sesimizi daha çok çıkarmalıyız sanırım. Çünkü kentlerin bisikletlere ihtiyacı var. Bir Kızılderili atasözünde dendiği  gibi “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak”. Gün gelecek sokak kazanacak ve o gün bisikletler daha özgür olacak.

Tomorrow - My White Bicycle

Madness - Riding On My Bike

Bir fil ile bir güvercinin imkansız aşkı


Fil’in en büyük şanssızlığı yanlış zamanda yanlış yerde doğmasıydı.

Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlarmış. Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir. Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır, defalarca dener ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz. Yıllar geçer, fil kocaman olur... Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebilir artık. Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz. O özgür olamayacağına inanmıştır, artık kırılamayan şey, filin zinciri değil inancıdır.

Bu duruma "Öğrenilmiş Çaresizlik" deniyor.

Güvercinin yanlışı ise üstüme sinmişliğin vardı diyerek bir kutuya gönüllü girmesiydi.

Bir güvercin, bir kutuya konulup, kutunun içinde bulunan düğmeye bastığında ona bir parça yem veren kapak açılırsa, düğmeye bastığı için ona bir ödül verildiğini zamanla öğrenir. Düğmeye basar, yem kapağı açılır ve gidip ödülünü alır. Ancak bu aşamadan sonra yem kapağı 30 saniyede bir açılacak şekilde ayarlanırsa düğmeye basmamasına rağmen kapağın açılmasına güvercin şaşırır. Ödül almak için ne yaptığını düşünür ve kapak her açıldığında ne yaptığına bakar, eğer kanat çırpıyorsa kanatlarını çırptığı için ödül verildiğini zanneder ve sürekli olarak kanatlarını çırpmaya başlar. Eğer yürüyorsa, yürüdüğü için ödül verildiğini zanneder ve sürekli olarak ödül için yürümeye başlar. Oysa kapak zaman ayarlı olduğu için açılmaktadır.

Bu  duruma “Güvercinin Batıl İnancı” deniyor.


- Güvercin: İki yanlış bir doğru etmez.
- Fil: Ya ikimiz doğruysak ve diğer herkes yanlışsa?

Peki bir fil ve güvercin olmasaydık; başka bir zamanda, başka bir yerde her şey çok farklı olabilir miydi gerçekten? Ya da Almanya yenilince bizde mi yenilmiş sayıldık?
Kim bilir, belkide bu hayatta sadece ikimiz doğruyduk ve farkında olmadan yenildik koca bir yenilgiler tarihinde.

School Of Seven Bells - White Elephant Coat

The Black Angels - Doves

23.10.2012

Turn on the Bright Lights


Bir ilk albümden ne beklersiniz? Ya bugüne kadar duyulmamış sizi şaşırtan bir çalışma ya da duymayı özlemeyi sevdiğiniz sesleri tekrar duymak. İnterpol "Turn on the Bright Lights" isimli debut albümüyle bu iki maddeyi aynı anda başardı diyebiliriz. Hem o 80'lerin o karanlık tonları ve 2000'li yılların diri soundunun müthiş kimyası, albümün çıktığı yılın müzik tarihine en büyük hediyesiydi.


Ian Curtis tarzı vokaller, karanlık gitar tonları, Bauhaus ve Television tarzı müzikleri ve şık takım elbiseleri ile Interpol 2002 yılında hayatımıza çok sıkı bir giriş yaptı. Dünyanın en mutsuz adamı Paul Banks önderliğinde post-punk’ın yeni neferliğine soyunan Interpol, o ilk albümü ile tüm seneyi melankolik bir havaya bürümüştü. Albümü dinlemeye başladığınız an, Obstacle 1 parçası ile Paul Banks’ın ürkütücü çığlıkları eşliğinde tekinsiz bir yolculuğa adım atıyorduk. Interpol 80’li yılların karanlık tarafının günümüze uyarlanmış en güzel hali. Hiçbir şarkının boş olmadığı son yılların en sağlam albümlerinden birisiydi “Turn On The Bright Lights”. Interpol bir ilk albüm olarak çıtayı o kadar yükseğe taşıdı ki, hala kendileri bile bu ilk albümün kalitesini aşmış değiller. Geçtiğimiz sene onları İstanbul’da canlı izleyerek iyi konserler listeme yeni sayfa eklemiştim.

Interpol - Hands Away

Interpol - Obstacle 1

İçimizdeki Şeytan


Bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret falan değil. İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile. Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor… 

Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimden geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum. Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor. Zannediyorum ki, tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağın bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmaşık dünya beni bir buğday tanesi, bir karınca gibi ezip geçiverecek. Böyle acizken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor.

Bilmem beni anlıyor musunuz?

"Sabahattin Ali"

Füsun Önal - Dünya Benim Oldu

Beck - Lost Cause

22.10.2012

Bisiklet


Serhat Karaslan'ın yönettiği Bisiklet katıldığı birçok festivalden ödüllerle dönem bir kısa film. Filmin konusu kısaca şöyle: Çöp toplayarak yaşayan baba oğul bir gün çöpte tek tekerlekli bir bisiklet bulur. Çocuk bisikletle mahallede gezerken, onlar gibi çöp toplayan bir adamın torbasında bir bisiklet tekerleği görür ve adamın peşine düşer. Adam çocuğu ve bisikleti görür, tekerleği çocuğa verir. Çocuk da adamın poşetler sarılmış ayakkabısız ayaklarını fark eder. Camiden bir çift ayakkabı çalar ve getirip adama verir. Ancak ne tekerlek bisiklete, ne de ayakkabılar adamın ayağına uymaz.



Bisqilêt / Bisiklet / Bicycle by Serhat Karaaslan from serhat karaaslan on Vimeo.


Memory Tapes - Bicycle

Bombay Bicycle Club - Video Games (Lana Del Rey Cover)

The Good, The Bad and The Queen


The Good, The Bad and The Queen müzik tarihindeki süper grup örneklerinden bir tanesiydi. Blur ve Gorillaz'ın beyni Damon Albarn, The Clash'ın sağ kolu basçı Paul Simonon, Verve'in sol kolu gitarist Simon Tong ve Fela Kuti'nin davulcusu Tony Allen bir araya gelerek bir müzikal operasyon yürüttüler. Grubun temelleri 2002 yılında Damon'ın Fela Kuti'nin "Home Cooking" albümünde "Every Season" parçasına vokal yapmasıyla başladı. Daha sonra Paul Simonon Damon'ın Nijerya'da kaydettiği iki parçayı dinlemisiyle bir grup düşüncesi şekillenmeye başladı. Amaç geleneksel olmayan bir İngiliz albümü yaratma fikriydi.


Danger Mouse prodüktörlüğünde kaydedilen albümün temel fikri, basit noktalardan hareketle detaylı bir çalışma yapmaktı. Zaten The Good, The Bad and The Queen ismi İngiltere'ye bir gönderme niteliği taşıyordu. Umarım bu çete tekrar bir araya gelip yeni bir çalışmalar yaparlar diyelim. Damon Albarn diyince ister istemez insanın aklına Blur dönemleri ve Oasis-Blur kavgaları geliyor. Ben her zaman oyumu Blur'dan yana kullanmıştım. Zaten zaman beni haklı çıkardı. Gallagher kardeşler birbirleriyle kedi-köpek dövüşü içindeyken Damon Albarn onlara birçok projeyle tur bindiriyordu.

The Good, The Bad & The Queen - Kingdom Of Doom

Blur - There's No Other Way
 
Oasis - Wonderwall

Modernitenin lanetli çocuğu


Jim Morrison, kendi tekilliğini şiirine, kaygılarına, korkularına, kabus ve düşlerine tercüme etmeye çalışır. Özel bir döneme dahil olduğu ortadadır: Doğumu dünya savaşına denk gelir, Kore Savaşında sırasında çocuktur, Vietnam Savaşı sırasında ergen. O, modernitenin lanetli çocuğudur. İçindeki kasvetli yanla rezonans gösteren dünyamızın karanlık çehresini araştırmaktadır. Yaşarken, kendi mitsel figürünü medyaya ve kitleye yem olarak vermişti. Sevilecek ve hayran olunacak bir figür, bütün bir gençliğin özdeşleşebileceği bir kült imaj.

O, bir isyanın cicimleşmiş haliydi, aynı zamanda da ölçüsüzlüğün: Otoriteyle ilişkisinde ölçüsüz, başta alkol olmak üzere izinli ve izinsiz uyuşturucularla ilişkisinde ölçüsüz. Hiçbir ılımlılık, hiçbir sınır, onun yeni duyumlara yönelik yatıştırılamaz susuzluğunu gideremez. Taşkın itkiselliğini gemlemeyi başaramaması onu bir idol haline getirir, böylece ona mitik bir boyut verir. Sağlığında zaten yoğun olan bu boyut, ölüm haberi verildiği andan itibaren giderek büyüyecek ve günümüzde de varlığını sürdürecektir.


O, dizginsizce haz almayı bilen kişiyi temsil etmektedir; en azından bunlardan biridir. Varoluşundan, alkolden, kadınlardan, uyuşturucudan ve rock and roll'dan haz alan kişi. O canlı bir figürün resimleşmiş halidir; tüm bir klana hakim olan ve bu nedenle bütün kadınların sahibi olan mitsel ilkel bir sürü babasının dengini temsil ediyordu. Kendilerine sınır dayatılmasını ve hadım edilme tehdidini genellikle acı içinde yaşayan ergenler, "We want the world and we want it now!" (Dünyayı istiyoruz, hem de şimdi istiyoruz) şeklindeki bu muhteşem özgürlük ve ütopya çağrısı karşısında nasıl suskun kalabilirler?

Morrison, aşk, ölüm, savaş ve nefret üzerine, ebedi temalar üzerine ve varoluşsal bakımdan temel önemdeki sorular üzerine güçlü ve özgün fikirler ifade etmektedir: Bütün bu koşullar, şeytansı ünü ve belirgin tavırlarıyla birlikte, onun kahramanlık konumuna, sınır durumdaki kahraman haline erişmesine yeter.


Onun tuhaflığı, tuhaf tekilliği, ününün doruğunda olduğu yılların modernitesine nasıl karşılık vermektedir? Ölümünden bu yana ergen ve yetişkin kuşakların onu övmeye devam etmelerini nasıl açıklayabiliriz? Şan şöhret içinde ölmüş ebedi ergen imleyeni midir? Çok erken yaşta yaşamını yitirecek kadar kanatlarını yakmış bir ölüm meleği midir? Yoksa kısa bir süreliğine yeryüzüne gelmiş bir meteor mudur?

Sınır, Morrison'u temsil eden, ardına sığındığı imleyene varana dek her yerde somutlaşmıştır: Kapılar, The Doors. Grup adının çoğulluğu onun tekilliğini kolay kolay gizleyememektedir. Kendine özgü eşiklerden geçmeye yönelmiştir. Onun tükenmiş narsisizmi, kişiliğinin geçici dengesi ve tekilliği bir süre sonra depresyonun kıyılarını arşınlamasına yol açacaktır. Fazlasıyla yoğun olan bu depresyon, onun özne konumunun bir başka yüzünü ortaya çıkarır. Öte tarafa gitmek isteyen kişi, hudut bölgesine, sınır duruma yerleşir.

"Didier Lauru"
 
The Doors - Strange Days

The Doors - Break On Through

The Catcher in the Rye



Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey, size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Sakın kimseye birşey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra...

Günün Dinleme Önerileri:

- Lyn Christopher  'Take Me With You'
- Diplo feat Jahan Lennon 'About That Life'
- Mac DeMarco 'My Kind Of Woman'
- Chris Cohen 'Caller No.99'
- Radiohead 'The National Anthem'

Günün Filmi



'The Road' Yön: John Hillcoat (2009)

2009 yapımı The Road bir kıyamet sonrası dünyayı bir baba ve oğul ekseninde anlatıyor. Başından sonuna bir karamsarlık ve kapana kısılmışlık hissi veren yapım insanı ciddi anlamda üzen bir yol filmi. Belki bir gün sonuna kadar tüketmeyi bir görev edindiğimiz bu dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu anlarız.

Hepinize Mutlu Pazartesiler...

Lyn Christopher - Take Me With You

Chris Cohen - Caller No.99

21.10.2012

Ugly Sunday



Hissediyorum kanının donduğunu
Yağmurlu bir pazar sabahında
Sürüklediğim milyonlarca mili
Sayıyorum, bugün buradan
Cehenneme kadar

Pencerelerden bakıyor insanlar
Tanımıyorum oradaki şefkati
Bildiğim yalnızca edilen dualar
Denizde batan gemilerin ardından
Ama ikimiz için değil hiçbiri

Kuvvetli bir yağmur keyfini kaçırabilir ancak
Yine de keşke bir nedenim olabilse, kalacak

Sarhoşum, yarı kör
Fırtınalı bir pazar sabahında
Rüzğar çıkıyor, ama bulutlar dağılmıyor
Dağılmıyor benim gibi parça parça
Eğer dünya artık dönmeyecekse
Nasıl oluyor da yağıyor bunca yağmur
Islatırken beni senden
Milyonlarca mil uzakta

Eğer şimdi o kadar yalnızsam
Nasıl oluyor da giderek zorlaşıyor
Şimdi elveda demek
Şimdi elveda

Mark Lanegan - Ugly Sunday

Isobel Campbell and Mark Lanegan - Come Undone

Fake Plastic Trees


Her green plastic watering can
For her fake chinese rubber plant
In fake plastic earth.
That she bought from a rubber man
In a town full of rubber plants
Just to get rid of itself.
And it wears her out,
it wears her out...

Radiohead grubunun The Bends albümünde yer alan Fake Plastic Trees parçası aslında bir tüketim toplumu eleştirisi. İçinde bulunduğumuz tüketim toplumunda artık insanlar dahil herşeye ürün gözüyle bakılıyor. Artık beyinlerimizde sınırları ve ölçüleri kapitalizmce belirlenmiş şeylerin algılanmasına izin veriliyor. Bitkiler, eşyalar, DNA kodlarımız, nehirler, ormanlar, ağaçlar hepsi bir ürün bizim yerimize karar verenlerin gözünde. 

Tüketim toplumu, tamamen 'arzu' kavramı üzerinden hareket ediyor artık. Buna göre bir şeyi hem arzu etmeliyiz, hem de onun zararlarından kendimizi korumalıyız. Tıpkı fast-food kültüründe olduğu gibi. Aslında arzuyu ve zararlarını yaratan aynı kişiler. Çünkü bu arzuladığımız şeylerin zararları başka bir ürün sektörü yaratıyor. Örneğin fast-food şişmanlatır, o zaman spor yapalım. Görüldüğü gibi zayıflama uğraşı: başlı başına kocaman bir ürün sektörü. Farkında olmadan arzulanan ve uzak durulması gereken şeyler ikilemi içerisinde bir ömür geçirmeye başladık bile. Temellerini sorgulamadan, arzu ve temkin arasında savrularak kaybolmak ve bu ikilemin beraberinde getirdiği tembellik kavramı ile yüzleşmek.

Uruguay'lı yazar Eduardo Galeano 'Tepetaklak' kitabında bakınız ne güzel demiş:

...
bireyler yok, dinleyiciler var
gerçekler yok, reklamlar var
vizyonlar yok, televizyon var
bir çiçeği övmek için, 'plastik gibi' deniyor...

Hatırlar mısınız 'tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana, dönmeli yurdumda' diye bir çocuk şarkısı vardı. Plastik ağaçlar devrine girdiğimiz bu günlerde çok demode olmuş bir şarkı gibi duruyor sanırım. Turgut Uyar'ın o nefis 'Geyikli Gece' şiirinde dediği gibi: 'Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta, Her şey naylondandı o kadar' demek çok zor mu acaba?

Radiohead - Fake Plastic Trees

Kick Out The Jams


1968'de Rolling Stone, MC5'ın birbirine dolanmış karmaşık saçlı vokalisti Rob Tyner'ı kapağına yerleştirirken şunu diyordu: "Kick Out the Jams!". İleride Sex Pistols başta olmak üzere bir çok punk grubunu tavır olarak çok ciddi anlamda etkileyecek olan MC5, Detroit sahnesinde Stooges gibi Elektra Records tarafından kapılmıştı. Elektra'nın başkanı Jac Holzman yeni sansasyonunu New York'lulara Fillmore East'te düzenlediği bedava bir konserle tanıtmıştı. Sonraki yıllarda MC5'ın taşkınlıkları doruğa çıkacak, Elektra ile "Kick Out the Jams Motherf..kers!" cümlesi konusunda anlaşamayacak, barlarda kavgalar çıkartacaklardı. MC5, plak mağazalarındaki Elektra logolarının üzerine "F.ck You!" stickerları yapıştırınca plak şirketi ile grubun yolları kısa bir süre sonra ayrıldı.

MC5 - Kick Out The Jams

MC5 - I Want You Right Now

19.10.2012

Lüfer Bayramınız kutlu olsun


Bir gün saat üçte köprüde
üç martı insanlara bakıp imrenecek
bir adam iri bir lüfer çıkaracak denizden
işte o zaman bütün aşklar ve bulutlar geçecek aklından

Geçen sene birincisi düzenlenen ve "Çocuklarımız Lüfer Yesin" sloganı ile başlatılan etkinliğin ikincisi Haliç çevresinde yarışmalar, film gösterimleri ve paneller eşliğinde devam ediyor. Balıkçılık camiasında yıllardır tartışılan boy yasakları, kıyıdan açıkta avlanmak gibi düzenlemeler yeniden belirlendi. Bu süreçte özellikle sivil toplum baskısı önemli bir rol oynadı. 


Ve adına bayram düzenlenen Lüfer balığı. Dünya üzerindeki en lezzetli balıklardan birisi boğaz lüferidir. Bu balık tam bir İstanbul beyfendisidir. Bir söz söz vardır lüferden sonra palamut yemek, attan inip eşeğe binmek gibidir. Birde lüfer rakı ile birlikte yenmezse piç olur. Şairin dediği rakı şişesindeki balık işte bu balıktır.

Bizde lüfer diğer balıklarla karşılaştırılmaz; etinin lezzeti, kendinden daha büyük balıklara saldıracak kadar gözü pek olması dikkat çeker. Öyle ki bazı balıkçılar boğazda bir yunus'a karşı lüferlerin verdiği savaşı gördüklerini anlatmaktadırlar. Yunus, lüfer sürünün içinden geçer. Lüfer sürüsü yunus'a saldırır; yunus düşmanlarının ısırıklarından kurtulmak için taklalar atar ve umutsuzca çırpınır. Lüfer büyük miktarda Boğaziçi'inde veya Boğaz çevresinde olduğu kadar Marmara'da ve Karadeniz'de avlanır. Bazen İzmir ve Selanik körfezlerinde veya Suriye, Mısır kıyılarında da bulunur. Ancak İstanbul sularında ve Karadeniz sahillerinde yakalananların eti çok lezzetli olur.

Lüfer; küçük, orta ve büyük boy olmalarına göre farklı özel isimlerle anılır.

- 10 cm'den küçük olanlara Defne yaprağı

- 10-15 Cm arası olana Çinekop

- 15-20 cm arası olanlara Sarıkanat

- 20-30 cm arası olanlara Lüfer

- 30-50 cm arası olanlara ise Kofana ismi verilir.



Mayıs ayına kadar lüferler yumurtalarını Marmara'ya bırakırlar; sonra Boğaz'a doğru yola çıkarlar. Aslında lüferlerin ne çok büyüğü ne de çok küçükleri makbuldür. Çok büyükleri çok fazla yağlı, küçükleri çok yağsız olur. Anlayacağınız bu balık tam lüfer boyutlarında yenmelidir. Lüfer en güzel ızgarada yenir. Evet "İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın" kampanyası kapsamında bu balığı yaşatmaya devam etmeliyiz. Hepimiz "Lüfer Koruma Timi"nin destekçisi olarak bu İstanbul beyfendisine saygımızı esirgemeyelim. Bu balığın gerektiği gibi yumurtalarını bırakması ve çoğalması için elimizden geleni yapalım. Şimdi bu bayramı tüm yurtta ve yavru vatanda törenlerle kutlayalım...

Sorular ve cevaplar!



Arada bir kendimize 'Hayallerim nerede?' diye sormak ne kadar sağlıklıdır?

Cemal Süreya "Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey" derken neyi ifade ediyordu?

"Herşey naylondandı o kadar" diyerek konuyu kapatmak mı lazım?

 İtin taştan korktuğu gibi, hayattan korkmak gerekir mi?

Kasımda aşk başka mıdır?, Sahi aşk denen birşey var mıdır? Varsa ne kadar ömür biçilmiştir?

Başkalarının derinlikleriyle oynamak suç mudur?

Gerçek mi görüntünün, görüntümü gerçeğin yansımasıdır?

'Neyse' demek, ‘bu da geçer’ demek gibi bir şey midir?

Yerinde sövmek ibadet midir?

IPhone’mu daha iyi yoksa Samsung mu?

Kapitalizmin ismi ne zaman ekonomi oldu?

Kentsel dönüşüm mü, Rantsal dönüşüm mü?

Gitmek mi daha zor, yoksa kalmak mı?

Yoksulluk kader midir?

 Ramazan ayında neden “Yoksul evlere gidin” diyorlar, ama neden  “Yoksulları lüks sofralara buyur edin” diyemiyorlar?

Sözle, yazıyla, resimle ya da susarak söylenen yalanlardan hangisi daha çok can yakar?

Hayatında sadece bir kadına “Hayatımın Anlamı” demek ne kadar acı verir?

Ve can alıcı soru; "Cevabı olmayan bir şeyin sorusu olabilir mi?"...

Black Marble – Cruel Summer

Mirror Mirror – Half Life

18.10.2012

Güz şarkıları


Bir güz mevsiminde yağmurlar, şarkılar ve şehirler. Bir yılın en soğuk akşamı giderek yaklaşıyor. Oysaki kimse bilmiyor, bazen insan bir temmuz gününde bile, bir yılın en soğuk akşamını yaşayabilir. 

Hala ruhu üşüyen insanlar için sonbahar temalı şarkılar listesi

- Tindersticks 'My Autumn's Done Come'
- Paolo Nutini 'Autumn'
- Alpay 'Eylülde Gel'
- Amy Winehouse 'October Song'
- Tom Waits 'November'
- Captain Beefheart 'Autumn's Child'
- Frank Sinetra 'September In The Rain'
- The Kinks 'Autumn's Almanac'
- Manic Street Preachers 'Autumnsong'
- Teoman 'İstanbul'da Sonbahar'
- Françoise Hardy 'Rendez-vous d'automne'
- Elle Fitzgerald 'Early Autumn'
- Lee Hazlewood 'My Autumn's Done Come'
- Devendra Banhart 'Autumn'
- The Flaming Lips 'My Cosmic Autumn Rebellion'
- Tindersticks 'This Fire Of Autumn'
- Bubblegum Lemonade 'Autumn Sky'
- Yo La Tengo 'Autumn Sweater'

Françoise Hardy - Autumn Rendez-Vous

Devendra Banhart - Autumns Child

Bubblegum Lemonade - Autumn Sky

Süper Kahraman olmak


Süper Kahraman olmak zor bir iş. Çünkü süper kahramanlar: sürekli kötülerle savaşırlar. Geceleri gündüzleri yoktur. Yakışıklıdır, erotiktir, milliyetçidir, kozmik güçlere sahiptir, uğrunda öleceği bir kadın vardır ve uğruna ölecek bir kadın vardır. Yoksulların, yardıma muhtaçların yanındadır, her an her yere gidebilir, her an her yerde o anılır, onu anan biri vardır. İnsan üstü güçleri sayesinde dünyayı yok edebilir, normal bir insan gibi değildir, herkes onun gibi olmak ister. Bu nedenle, gücünün getirdiği sorumluluğun farkındadır, 'kontrolsüz güç güç değildir' felsefesinin ne olduğunu bilir...vs...

Anlayacağınız Süper Kahraman olmak çok zor iş. Biz en iyisi insan olmayı deneyelim...


College feat. Electric Youth - A Real Hero

David Bowie - Heroes

17.10.2012

Şehre Monet'nin Bahçesi gelir



Fransa, Prusya ile girdiği savaştan yenik çıkmış, Paris Komünü son günlerini yaşıyor ve Seine Nehri kızıl akıyordu. O günlerde sanat dünyası yeni bir akıma hazırlık yapıyordu. Monet, Renoir, Cezanne, Sisley, Pisarro, Manet ve Jongkind’in de aralarında bulunduğu, akademi karşıtı sanatçı girişimi, 1874’te kendilerinin düzenleyip finanse ettiği bir sergi açtılar. Sergiye 12 tablosuyla katılan Monet’nin “İzlenim, Gündoğumu” adlı eseri, sanat eleştirmeni Lois Leroy’nun yazısının başlığına kaynaklık etti: “İzlenimciler’in Sergisi”. Sergiye katılan ressamlar aslında bir burun kıvırma olan bu ifadeyi övgü olarak kabul edip kendilerine ‘İzlenimciler’ dediler. Akıma adını veren Monet’nin “İzlenim: Gündoğumu”nda, arka planda dumanı tüten bacalar, gemilerin belli belirsiz yelken direkleri, önde kayıklar dikkat çekiyordu ve dönemin havasını ifade edercesine bir ateş topu gibi görünen kıpkırmızı güneş vardı.


Sakıp Sabancı Müzesi’nde 9 Ekim’de açılan ve 6 Ocak tarihine kadar sürecek olan ‘Monet’nin Bahçesi’ adlı sergi, ünlü ressamın 38 başyapıtının yanı sıra, “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum” diyen Monet’nin kendi elleriyle yarattığı ve yaşamının son 30 yılını geçirdiği, resimlerinin ilham kaynağı Giverny Bahçesi’yle aile yaşamına odaklanıyor. Ayrıca sergi, Monet’nin hayatındaki dönüm noktalarını bir araya getiren kronolojik şema koridoru ve dev ekranlardan gösterilen ‘Giverny Bahçesi’ videosuyla, sanatçıya dair özel bir perspektif sunuyor. Giverny Köyü Monet’nin hayatında çok büyük bir öneme sahip. Fransız sanatçının Paris’e 80 km mesafede Giverny Köyü’ndeki ünlü evi ve bahçesi bugün birer başyapıt kabul edilen resimlerin en büyük ilham kaynağı. Bu nedenle, sanatçının 1883’te kiracı olarak taşınıp 1890’da satın aldığı ve bahçesini de kendisinin düzenlediği Giverny evi, modern sanat tarihinde de miladi bir öneme sahip.

Sakıp Sabancı Müzesinin Paris Marmottan Monet Müzesi işbirliğiyle yaptığı ve 6 Ocak tarihine kadar sürecek bu sergiye zamanınız olursa mutlaka bir göz atın isterim.

Glitter Bones – Chapel Footwork

Ombre – Cara Falsa
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...