20.05.2014

Kalmak mı daha kolay, yoksa gitmek mi?




Mayıs sıkıntısı dedikleri bu olsa gerek. Karabasan gibi çöken ölümler ve kişisel iç hesaplaşmalar. Bir avuç kömür uğruna hiçe sayılan ölü bedenler. Tekrar o madenlere inmek için sıraya giren, ölüm koklayan ruhlar. “Dünya üzerinde insan hayatından daha değerli ne vardır?” diyorsun. İki dakika sus siyaset yapma diyorlar. "İnsanlar öldü" diyorsun, karışma bu işin doğası budur diyerek lafı gırtlağına tıkıyorlar. Evet yazmaktan, konuşmaktan, sineye çekmekten, müzik dinlemekten, benim de diyeceklerim var demekten utanıyorum artık.  Bu lanet olası düzenin değişmesi için elimden geleni yapamadığım için utanıyorum kendimden. Evet utanıyorum. Üzüntüyle, çaresizlikle olanı biteni seyredip sonra hayatıma kaldığım yerden devam etmeye çalıştığım için utanıyorum. İnsan olmayı beceremeyen birçokları adına daha çok utanıyorum. 

Cahiliye devrinden kalmış düşünceler eşliğinde birbirimizi öldürmek için can atıyoruz. Dünya çok kirleniyor ve insanlar ruhlarını kendi elleriyle öldürüyor. Ne güzel demiş Pablo Neruda; “Ağır ağır ölür, yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar  Ne yaşıyorsam incelikler yüzünden yaşıyorum. Ve insanı en çok olmadığı bir insan gibi davranılmak üzüyor. Ruhunu, içini, özünü, seni bilmeden ahkam kesmek, sıradanlaştırılmak, ötelenmek, değersizleştirilmek ve yabancılaştırılmak. İnsan ilişkilerindeki en büyük facia. Önce ruhun ölüyor, sonra yavaş yavaş dünya. O yüzden gitmen gereken zamanı çok iyi bileceksin. Bitince, çekip gideceksin. Uzatmalarda gol atma hayaline kapılmadan, sessizce, efendice terk edeceksin sahayı. İster bir iklim, bir şehir, ister bir aşk, bir insan, ister bir savaş, bir inanç olsun; yenilince gideceksin. Daha çok incinmemek, daha çok kırılmamak adına. 


Korku Ruhu Kemiriyor. Gerçekten her türlü korku içimizi çürütüyor artık. Çalışanlar işini kaybetmekten korkuyor, demokrasi hatırlamaktan korkuyor, dil söylemekten korkuyor. Siviller askerlerden korkuyor, askerler silahsız kalmaktan korkuyor ve silahlar savaşsız kalmaktan. Kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu, olandan ve olabilecekten korku, ölme korkusu, yaşama korkusu. Sevenler ayrılmaktan, yalnızlar sevememekten korkuyor. Hepimiz bu korku mevsiminde, çıldırmanın eşiğinde arafta yaşıyoruz. Peki biz ne yapıyoruz; onlardan kaçıyoruz. Üstlerini örtmek için fikirler ve imgeler icat ediyoruz. Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramıyor.

Bazen dünyada bir tek insana inanırsın. O kadar inanırsın ki, uzun bir süre kendin olamazsın, zamanı gelmeden ne kadar çok kırıldığını bile anlamazsın. Ya sevmek, ya aldanmış olmak, ya da kendini kandırmak. Bahane bulamazsın. Sadece bu yalanın içinde kaybolmak istersin. Sonra üstü kalsın der ve çekip gitmek istersin. Ama birini gerçekten seviyorsan, Yenişehir’de bir öğle vakti git ona sıkıca sarıl, korkmadan mücadele et, beraber polisten biber gazı ye, unutma o koştuğun sokaklardan biri mutlaka umuda çıkacak. Gizli gizli sigara içtiğin ilk gün gibi heyecanlı ol, sokakları betonlara boğanlara inat cesurca öpüşmekten çekinme. Bir ihtilali es geçerek o büyük devrimi yapmak için çabala…


Lafı uzatmıyorum. Şu ikiyüzlü dünyada yoksullar, zenginlerin daha çok zengin olması için çalışmadığı gün belki her şey düzelecek. O gün tekrar dünyanın bütün Kızılderilileri ve Spartaküs kazanacak. Sen o güne kadar gülümsemeni eksik etme, ama yalancıktan değil. Senden başka bir şey istemiyorum.

Biraz uzaklara gitme, kaçma ve içimi dinleme vakti geldi. Bazen gitmek, kalmaktan daha kolay olmalı. Ama sevdiğiniz insanın kıymetini çok iyi bilin. İnsan kaybedince, bazen ne kaybettiğini bilmiyor, bilince de çok geç oluyor. Sokak hayvanlarına selam vermeyi, gülümsemeyi, kuşları beslemeyi, bir şehri ona rastlarım umuduyla dolaşmayı, bir simidi paylaşmayı, her mevsimi hakkıyla yaşamayı, gün batımını izlemeyi, Sadri Alışık gibi ağlamayı, düzenli olarak rüya görmeyi, küresel ısınmayı, vapurlara binmeyi, devrik cümlelerle düşünmeyi, Abbas Kiarostami filmlerinde kaybolmayı, ucuz şarap içmeyi, bir güneşle sigara yakmayı, koşarak Akdeniz'e çıkmayı, Bir Mavi Tren'in vagonlarında koşmayı ve en önemlisi ekmeğinizi çalmak isteyenlerle kavganızı asla ama asla unutmayın…

Umarım tekrar karşılarız....

 
The Smiths - There Is A Light That Never Goes Out

Yeniden mutlu olamaz mıyız?


kaldı ki içeriden dışarıya dışarıdan içeriye adım atmak güçtür

yeni olan heyecanlıdır fakat güven derecesi ısıtmaz her vakit
bitince oyun bir perde iner ve gözlerin kararır
sen sofia'nın duvarlarını yıkarken birer birer 
benim kahvaltı masama sıcak ekmek getiriyordu genç bir adam

ayakta beklerken bir tramvay durağında

senin fısıltın çalınır kulaklarıma
ikinci tramvay hakkıma rıza verdiğim vakitler olur
düş efendileri sofralarına kurulur
bahçelerde sümbüller, güller, anılar yetişir

Linda Perry - Knock me out

19.05.2014

Varlık, Yokluk ve Hiçlik Üzerine Aforizmalar


Albert Camus, Sisifos Söyleni’ne şu cümleyle başlıyordu: “Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar.  İntihar bir sonuç mudur yoksa neden mi?! İntihar sadece insanın kendi yaşamına son vermesi midir? Ya intihar ettiğinin farkında olmadan sürekli ölü olanlar. İçindeki hoşgörüyü ve şefkat tohumlarını öldürmüş, yaşayan ölüler. Birinin kalemini kırmak için, toprağın bir ölüyü beklediği gibi bekleyenler. Hep haklı, hep güçlü olup, Marx’a mezarında takla attıranlar.

İnsanlığın en büyük sorunu” buldum” demekle başlıyordu.  Evreka, evreka diye bağırıp ortalığı birbirine katan Arşimet ilk olarak bu günah tohumunu ekti.  Oysa çok mu zordu iki şişe köpek öldüren şarap içip susmak. Yine Kolomb, Amerika'yı bulduktan sonra değil, onu bulurken mutluydu. Mutluluğun doruk anı, belki Yeni Dünya'yı bulmadan üç gün öncesiydi; ayaklanan mürettebatın umutsuzluk içinde geminin burnunu gerisin geri Avrupa'ya çevirmek üzere oldukları an! Burada sorun elbette Yeni Dünya değil, yerin dibine batsın Yeni Dünya! Kolomb zaten onu görmeden, hatta bir şey bulup bulmadığını bile anlamadan öldü. Sorun, hayattır; yalnızca hayat. Hayatın kendisi, hayatı sürekli ve sonsuz biçimde bulma süreci... Onu bulup sonra da buldum diye noktayı koymak değil...


Alamut Kalesi’nde afyon içip, Mezopotamya’da gün batımını izleyen bir haşhaşi, Sirius Yıldızı’ndan medet uman bir Mısırlı, Trepanasyon yoluyla kafasına bir delik açılmış bir büyücü, Kaz Dağı’nın tepesinde hayatın anlamını arayan bir filozof, Woodstock çayırında bir gitar çığlığıyla kendinden geçen bir hippi, modernistlere söven bir Zerduş. Mississippi nehrinde Jeff Buckley’e el sallayan bir fani. Hepsi sadece “buldum” demek için bir ömür harcıyordu. Bulmak ve sonra kaybetmek 


Oysa her insanın düşlerinin gerisinde yaşadığı dönemin kargaşaları gizlidir. İçimiz bölünmeler, yabancılaşmalar, savaşlar, boş sözler ve ölülerle dolu. Bir an önce bulup ve kaybetmek için amansız bir yarış içindeyiz. Acımız nereden, yaşamımızın hangi kısmından kaynaklanıyor, bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şu: İnsanlar, insana yaraşır şekilde yaşamak istemiyor. İçimizdeki yorgun kalabalıklar hiç geçmeyen doğum sancılarıyla kıvranıyor. 

O yüzden; düz yoldan çık, kayıp bir kentin denize açılan sokağında kaybol, gazoz kapağından tabutlar yap, nükleer santrallerin duvarlarına işe, çocuklara tütün içmeyi öğret, devrik cümlelerin ölümcül gücüne inan, arkandan sen de mi Brutus diye bağırsınlar, Pandora’nın kutusunu aç, saklı taşra faşizminin içine tükür, otostopla Tibet’e doğru yol al, Hindistan’a giden bir trenin kuyruğundan yakala, Tanrılardan ateş çalarak sonsuza kadar lanetlen, kendi kalemini kendin kır, iki şişe ucuz şarap iç ve tarihi yeniden yaz, sigortalı bir işe girmeden aşık ol, sonra uzun sürmüş bir günün akşamında bir zeytin ağacı dik ve

“BENİ SEVME ARTIK!“

 
Joy Division - Love Will Tear Us Apart

17.05.2014

İşçi Çocuğu


Benim babam da bir işçiydi. Sanıyorum pek çoğunuzun babası da, sizi beden gücüyle çalıştırarak büyüttü. Orada çocuklarına gelecek sunmak isteyen insanlar, sizin bir yılda aldığınız parayı belki de hayatları boyu kazanamayacakları bir para için öldüler. Bunları unutmayın ve ona göre yaşayın...

"Slaven Bilic"

16.05.2014

Germinal


Beni üç kez yaralı halde kuyudan çektiler. İlkinde bütün kıllarım yanmıştı, ikincisinde her yanım toprakla dolmuştu, üçüncü kezse karnım sudan kurbağa gibi şişmişti. Ölmek istemediğimi anlayınca, bana Bonnemort; iyi ölü dediler.

- Uzun süredir mi madendesiniz?
- İlk sekiz yaşında başladım. Bugün elli sekiz yaşındayım. Hesap edin.
- Kan mı bu?
- Hayır, kömür. Vücudumda yaşamımın sonuna dek beni ısıtacak kömür var. Beş yıldır ocağa inmiyorum, ama içim hala kömür dolu. İyi depolanıyor. Gitsek iyi olur. Bay Hennebeau bizi gevezelik ederken görmesin!
- Burası ona mı ait?
- Hayır o müdür. Bizim gibi maaş alır.
- Peki, kime ait burası?
- Burası mı? Bilmiyorum, birilerine ait..

"Germinal, Émile Zola"

Kesmeşeker - Her Şey Sermaye İçin Sevgilim

14.05.2014

Bir varmış bir yokmuş


Bir varmış bir yokmuş.. Allah'ın kulu çokmuş! Çokmuş.. Çokmuş.. Çokmuş da; kimi yatağında, kimi sokağında.. Kimi yer üstünde, kimi yer altında yaşar gider; vakti zamanı gelince de ölüp gidermiş. Ölüp gidermiş.. Vakti gelince! Vakti gelince!.. Vakti gelince!.. Vakti! Korkuları gölgede bırakıp; korunaklı bir evde, rahat döşeklerinizde derin uykulardayken siz..

"Münevver İzgi, Kıymetlidir Madenci Karısı"

 
Ersen Ve Dadaslar - Bir Ayrilik Bir Yoksulluk Bir Ölüm

13.05.2014

Ölüm!


Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum... 

Yaşamanın çok zor olduğu bu ülkede, ölmek bu kadar ucuz olmamalı. Yeter artık insanlar ölmesin. Çocuklar yetim kalmasın...

Üç Hürel - Ve Ölüm

Goodbye Girl - Trish Keenan (1969-2011)


Her ölüm erken ve zamansızdır aslında. Broadcast sadece bir grup değildi benim için. En özel anlarımda, tarifi olmayan içsel yolculuklarımda, hüzünlerimde, mutluluklarımda ruhani bir seslenişti Trish Keenan'ın eşi benzeri olmayan sesi. 2011 yılında, 42 yaşında güzel bir insanın zatüre gibi çirkin bir hastalıktan ölmesi anlamsız bir ironi sanırım. Umarım gittiğin yerde rengarenk mutluluk balonları senin için uçar. Hoşçakal güzel insan, seni çok özleyeceğiz.



Ve değerli dostum Bora'nın Trish Keenan için yazmış olduğu bir veda mektubu tadındaki cümleleri....

Sene 1998.. İstanbul-Yalova deniz otobüsü.. Walkman'imde araklanmış bir kaset, bir yüzünde Tindersticks 2nd album var, diğer yüzünde Broadcast "Work And Non-Work" albümü... 90'lık kaset sanırım... Geç de olsa Bristol sound'u keşfettiğim ve hızla benimsediğim bir süreçte beni kıskıvrak yakalıyor bu albüm...Vokalistin sesi buzlar kraliçesi kıvamında...çoğu parçada... Müzik ise hem retro hem değil... Hem günün trip-hop dokunuşlarına yakla...şıyor bazı noktalarda hem de art-house filmlerin soundtracklerine benzeyen ses örgüsüyle ayrılıyor o hattan...45 dakika süren o deniz yolculuğunda yaşadığım kafa karışıklığını çok net hatırlıyorum... Aynı zamanda ayaklarımın yerden kesildiğini de... Ağır bir antidepresan'ın etkisinden farkı yoktu... Wurtzel'in "Prozac Toplumu"nu yeni okumuş, bahsi geçen tüm ilaçları not etmiştim lazım olur diye, pratikte ise daha hızlı ve etkili bir ilaç olan Xanax'ı deneyimlemiştim bile...ama "Work And Non-Work" hepsini ezip geçmiş ve (mecaz değil) ellerimi ve ayaklarımı uyuşturmuştu...Neydi bu bilmiyorum, katarsis???


Broadcast - The Book Lovers

Eyes Be Closed



Benim hayatla, hayatın benimle, Van Gogh'un kulaklarıyla, kurdun kuzuyla, Cesare Pavese'nin kadınlarla, Sid'in Nancy'le, Karl Marx'ın Katharistlerle, Hasan Sabbah'ın Slits'le, kendisini işçi sınıfına adayan Rosa Luxemburg'un aşkla, Adorno'nun Lettrist Enternasyonal'le ne meselesi olabilir. Mesele bizim meselemiz ve akılda değil ruhta.


Washed Out - Eyes Be Closed

Çocuklara şiddete hayır


Dünyaya gelen her canlı elbette ve mutlaka yaşamayı hak eder. Bunların en başında çocuklar gelir. Ve çocuklar çocuk olma özgürlüğünü sonuna kadar kullanmak isterler. Çocukluğun en önemli gereksinmesi 'doyumsuz sevgidir'. Çocuklara kıymayın efendiler...

Unicef tarafından hazırlanan çocukların şiddetten nasıl etkilendiğine dikkat çekmek ve şiddetin önüne geçmek için hazırlanan çarpıcı bir video.

12.05.2014

Mulder & Scully


Geçen günlerin birinde bilgisayarımı kurcalarken Catatonia grubunun Mulder and Scully parçasına rastladım. Bir dönem en sevdiğim şeylerden biriydi cuma geceleri yayınlanan X-Files dizisini dört gözle beklemek. Paranormal vakalar, gizemli olaylar, hiçbir zaman hükümet tarafından kamuoyuna açıklanmayan uzaylılar ve bunları araştırmakla görevli FBI ajanları Dana Scully ve Fox Mulder. Fox Mulder'ın kardeşinin uzaylılar tarafından kaçırılmasına inanması neticesinde bu dosyalara olan sonsuz inancını, Scully'nin bilime ve gerçeklere dayanan tavrı bir şekilde dengeliyordu. Bu ikili arasındaki açıklanamayan müthiş kimya dillere destandı. Dizi her zaman net olmayan bir sonla biter, kafalarımızda hep bir soru işareti bırakır ve sürekli kendi kendimize "acaba" derdik.


Bundan on küsur yıl önce bu dizinin Sır Dosyası ismiyle Türk versiyonu yapılmıştı. Senaryosu ünlü Muska kitabının yazarı Sadık Yemli tarafından yazılan dizi Taylan Biraderler tarafından çekildi ve sadece beş bölüm yayınlandı. Dönemi itibariyle çok ileri bir teknikle 16mm sinema formatında ve sesli çekilen dizi paranormal olayları araştıran Mavi Büro'nun başından geçen olayları bu çoğrafyanın dilinde anlatıyordu. Taner Birsel ve Mehmet Günsür'un başrolünü oynadığı dizi gerek Demir Demirkan'ın yaptığı Ahura isimli jenerek müziği ve gerekse o dönem için Türkiye şartlarında denenmemiş bir temayı konu almasıyla çok değişik bir yapımdı. Şahsen ben her bölümünde tırsar ve bir sonraki bölümü iple çekerdim. Elbette o dönem için gerekli desteği ve ilgiyi bulamayan dizi beş bölüm sonrasında yayından kaldırılmıştı. Kısaca güzel günlerdi...


Catatonia - Mulder & Scully

Dünyanın Geri Kalanı


Her aynaya baktığında kendinden sıkıldığında, ne yediğinden, ne içtiğinden bir şey anlamadığında, her saplantılı düşünce için, kendi kendine bırakıldığında belki de güçten düşecek her aşk için, ona karşı duran ve ona layık olmayan fevkalade kuvvetli bir uyarıcı vardır: Dünyanın Geri Kalanı...

O zaman Dünyanın geri kalanı için durma Gülümse....

Günün Dinleme Önerileri:

- Nick Drake "Fly"
- Slowdive "Alison"
- Puressence "How Does It Feel"
- Mojave 3 "Love Songs On The Radio"
- The Books "Classy Penguin"

Günün Filmi:


Reconstruction (2003) Yön: Christoffer Bee

Aşkın başladığı an aynı zamanda bittiği an olabilir mi? Birini tıpatıp aynı bir diğeri için terk ediyor olabilir miyiz? Aşkın bir türlü kabullenemediğimiz, yıllarca atlatamadığımız o haşin kurgusu.

Hepinize Mutlu Pazartesiler...

Nick Drake - Fly

11.05.2014

Gece yarısına on saniye kala


On
İnsana dönüşüyor şebekler
Ve şaraba üzümler
Her nasılsa
Geldik dokuza

Sekiz
İnsan bir eş arar kendine
Ama bize kaderin bir oyunu bu
Yedi olur altı
Yalnızlık diz boyu

Sonra gelir beş rakamı
Evreka hayattayım işte
Düşünüyorum, o halde
Amutlu bir insanım ben de

Üç
Bu balkondan bakınca
Görüyoruz ikimiz de
İlk buluştuğumuz yeri
Bir pazar günüydü, yağmur vardı...

"Divine Comedy - Ten Seconds To Midnight"

Divine Comedy - Ten Seconds To Midnigh

Anne


- Kadın, adın nedir ?
- Bilmiyorum
- Yaşın kaç ? Nerelisin ?
- Bilmiyorum
- Niçin o tüneli kazıyordun ?
- Bilmiyorum
- Ne zamandır gizleniyorsun ?
- Bilmiyorum
- Niçin ısırdın parmağımı ?
- Bilmiyorum
- Bizden sana zarar gelmeyeceğini bilmiyor musun ?
- Bilmiyorum
- Kimin tarafındansın ?
- Bilmiyorum
- Bu bir savaş, seçimini yapmalısın ?
- Bilmiyorum
- Köyün hâlâ yerinde duruyor mu ?
- Bilmiyorum
- Şunlar senin çocukların mı ?
- Evet !


Bir kadın bir tek “ANNE” olduğunu unutmaz !

"Wislawa Szymborska / Vietnam"

The Rolling Stones - Mother's Little Helper

Persona


“Her sabah uyandığımda hayata karışmak için özel bir çaba sarfediyorum. Yüzüme taktığım maske mi gerçek, yoksa altında saklı olan ve benim “ben” demekten çekinmediğim varlık mı? Her şey sahte, gerçekten nasıl güldüğümü bile hatırlamıyorum. Yüzüm, gülüşüm, bakışlarım önceden tasarlanmış, dış dünyadan korunmak için bir kabuk gibi kullanıyorum onları. Sesime bile dayanmam mümkün değil, var olmak istiyorum ama varlığımın bedenimde bir basamak daha yükselemeyeceğini, öne çıkamayacağını biliyorum. Kendimi gerçekleştirmek yerine “gerçekmişim gibi” davranarak devam edemem. En iyisi susmak ve dinlemek, belki gerçekten dinlemeyi başarabilirsem –insanların asla yapmadığı gibi- başkalarının maskesini düşürebilirim, bir an bile olsa samimiyet ve masumiyet görmek için maskemin dilini kesebilirim. Sustum artık, sadece dinliyorum, başkasını canlandırmaktan vazgeçtim, bana önce kendinizi, sonra da beni verin..”

Ingmar Bergman "Persona"

Tennis - Take Me Somewhere

Annelere şarkılar


Bugün Anneler Günü ve annelere özel bazı şarkılar....

- James "Gold Mother"
- The Ex "Mother"
- Blonde Redhead "Mother"
- 21. Peron "Anne"
- The Wedding Present "Mothers"
- Durutti Colomn "Quitar For Mother"
- The Rolling Stones "Mother’s Little Helper"
- John Lennon "Mother"
- The  Golden Filters "Mother"
- Parenthetical Girls "Survived by Her Mother"
- Pink Floyd "Mother"
- Metallica "Mama Said"
- Elvis Presley "Mama Liked The Roses"


Elvis Presley - Mama Liked The Roses

Biraz da sinema: Selvi Boylum Al Yazmalım


Sevgi emek ister sözünü en doğru biçimde anlatan filmlerden biridir Atıf Yılmaz imzalı "Selvi Boylum Al Yazmalım". Öyleki üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen her seferinde ilk seferki gibi heyacanla izlenir, insanı üzer ve derin düşüncelere sürükler. Filmin bu başarısında karakterlerin şiirsel üslubu, Atıf Yılmaz'ın kadın öyküleri anlatımında kullandığı usta sinema dili ve elbette Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin üçlüsünün muhteşem oyunculuğu büyük rol oynar. Bir iddaya göre "Mutlu aşk yoktur" diyen ünlü Fransız şair Aragon tarafından "dünyanın en güzel aşk öyküsü" olarak nitelenmiştir Selvi Boylum Al Yazmalım."

Film güzel köylü güzeli Asya ile kamyon şoförü İlyas'ın birbirlerine aşık olmaları ile başlar. Aşk böyle birşey değil midir zaten. Ne zaman geleceği, ne kadar süreceği ve senden ne alacağı belli olmaz. Ve aslında her ilişki başladığı gün biteceği noktaya yol almaya başlarmış. Tıpkı İlyas ve Asya  yaşadığı gibi. Mutlu bir yuva oğulları Samet'in doğumuyla pekişir. Sonrasında bir kopuş yaşanır. İlyas gittikçe zayıflayan kişiliği nedeniyle bu mutlu aileden koparak uzaklaşır. Asya çocuğuyla birlikte çaresiz kalır. Günlerce kocasını bekler. Yalnız kalan Asya'nın imdadına başka bir erkek, Cemşit yetişir. Karısı ve çocuğunu kaybetmiş Cemşit onları kendi ailesi gibi kabullenir. Merhametli ve hassas bir insan olan Cemşit sıcak bir yuvaya duyduğu özlemle sarılır bu anne ve oğula. Aslında Asya'nın kalbi hala İlyas için atmaktadır. Gün gelir İlyas döner. Karısını ve çocuğunu talep etmektedir. Bu geliş aşkın tarihinde yer alan bir tartışmayı gün yüzüne çıkarır. Aşk mı, Mantık mı? Aşk nedir, Gitmek mi zordur, dönmek mi? Karar vermesi gerektiğinde ise kime seçecektir, sevdasını mı? yoksa oğluna babalık eden adamı mı?



Selvi Boylum, Al Yazmalım klasik Yeşilçam izleyicinin alıştığı mutlu bir son'a sahip olmayan şok edici bir film aslında. Ali Özgentürk tarafından Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un kırmızı eşarp adlı öyküsünden yola çıkarak senaryolaştırılmış Selvi Boylum Al Yazmalım. Senaryonun yazılış aşamasında pek çok kişinin finalde Asya ile İlyas'ın birleşmeleri gerektiği yönünde fikir ettiğini, ancak Atıf Yılmaz ve Özgentürk'ün tüm baskılara rağmen hikayeyi bildiğimiz şekilde sonlandırdıklarını belirtelim. Ayrıca Cahit Berkay imzalı nefis film müziklerinin insanın gönül tellerini titrettiğini bilmeyen yoktur sanırım. Son olarak filmde rol alan küçük erkek çocuk Samet'in Yeşilçam'ın ünlü karakter oyuncularından Bilal İnci'nin kızı Elif İnci olduğunu hatırlatalım.

Evet insan yaşamının en büyük ilham kaynaklarından Aşk emek ister. Peki sonuçta emek verdiğin şeye değiyor mu? diye sorarsanız. Orası tam bir muamma. Üstü kalsın boşverin...

Selvi Boylum Al Yazmalım

Anneler


"Gökyüzü sandığımızdan daha uzaktadır, değil mi anne?" dedim. Muziplik falan yapmıyordum. Tamamen iyi niyetli bir soruydu sorduğum. Gökyüzüyle aramda kaç kilometre olduğunu merak ediyordum yalnızca. Bana, yani kendi oğluna şöyle dedi annem: "Tam göründüğü kadar uzaktadır."

Anneler bu dünyanın en değerli varlıklarıdır. Onlar babalar gibi duygularını içine gömüp, kaçak dövüşmezler. Bütün sıkıntılarını, dertlerini, acılarını, sevinçlerini annelerle paylaşmak güzeldir. Gidersin ona sımsıkı sarılırsın ve o an herşeyi unutursun...

Tüm annelerin, Anneler Günü kutlu olsun... 

 
U2 - Mothers Of The Disappeared

10.05.2014

Koşmak ne güzel şeydi...


 Bugünkü konuk yazarımız HappyBlueMondays takipçilerinden Mustafa Çevik. İşte o yazı:

"Evet yaşlandım. Bunu en iyi bana aynalar söylüyor. Ben de herkes gibi yaşlandım. Artık kendimi çok güçsüz hissediyorum.Yıllar çok çabuk geçti, bunu yaşarken anlamadım. Heyecanlıydım hep. gençlik hiç bitmeyecekmiş gibi duruyordu . Küçükken ne kadar büyümek istemiştim oysa. Çocukluk cennetinin bahçelerinde yalınayak şarkılar söyleyip koştururken, en keyifli zamanlarımda neden sıkılmıştım ? Neden diye soruyorum bir insan neden büyümek ister ? Evet yaşlandım. Eski dermanım kalmadı. yemek bile yiyemiyorum rahatça, ellerim titriyor ,üzerime döküyorum sonra. Koşmak ne güzel şeydi . Evet ne güzel şeydi ne koşardım, ne yollar aşardım zamanında ne yokuşlar çıkardım. Ama yorulmazdım. Şimdi yokuşları çıkamaz oldum. Ama yorgunum ve bu yorgunluğa günlerce uyumakta çare olmuyor.

Artık kimse arayıp sormuyor. Ben de kimseyi aramıyorum. Fotoğraflar çok eski bakarken eskilere dalıp gidiyorum. Arkadaşlarım vardı bir zamanlar. Düşündükçe gülümseten anılarım, mektuplarım vardı bir kenarda sakladığım.Unutkanlıkta başladı. Bir çok şeyi unuttum aslında.Arkadaşlarımı, isimlerini unuttum. Arada bi hatırlıyorum,sonra yine unutuyorum.Çoğunu artık hiç göremeyeceğim. Aslında gözlerim de iyi görmüyorlar artık. Hep karanlık nedense. Yaşlılık galiba. Oysa hiç yaşlanmıycak gibi sanırdım kendimi.Yaşlanıp bir köşede öylesine yaşamak olmayacaktı kaderim. Ama işte yaşlandım. Korktuğum başıma geldi. Bir nasihat isteseydiniz benden gücünüz varken koşun derdim. Koşun ve yorulun. Sonra anlıyor insan yapmadığı bir çok şeyin kıymetini. 

Koşun çünkü koşmak güzel şeydi..."

Barış Manço - Ömrümün Sonbaharında

9.05.2014

Hayat!


Hayat seslenir insana;

- Ne vereyim abilerime, ablalarıma

Cevap verirsin;

- Everything but little little in to the middle...

Tom Odell - Another Love

Gitmek mi daha zor yoksa kalmak mı?


Balıkların suyun içinde yaşadıkları gibi biz de hayatın içinde yaşamaya çalışıyoruz. Doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. Büyümek dedikleri, bir boşlukta üşümeye benziyor. 

Hergün bambaşka hikayeler doğuran onlarca şehir, duyguların diğerine iltica ettiği hükümsüz ülke sınırları, kendi dalgasında boğulan rengarenk denizler, dillerin, dinlerin, cinsiyetlerin birbirine karıştığı sokaklar, metrekareye bilmem ne kadar insan düşmeyen hüzünlü yollar.

Gece olur, sokak lambaları yanmaya başlar. Marc Almond, aniden sokağın köşesinden çıkar ve Something's Gotten Hold Of My Heart çalmaya başlar. Sonrası sadece flu. Sonra kendi kendine dersin ki; Gitmek mi daha zor yoksa kalmak mı?

Marc Almond & Gene Pitney - Something`s Gotten Hold Of My Heart

Öldürmeyen Allah öldürmüyor


Amasifuen Gamarra, 31 yaşında ve 8 yıldır Peru Hava Kuvvetleri'nde paraşütçü-astsubayolarak görev yapıyordu. Gamarra, Peru'nun güneyinde bulunan Arequipa Bölgesi'nde bir eğitim  sırasında, 1500 metre yükseklikten bir askeri uçaktan atlıyor. Ama bu sefer işler pek yolunda gitmiyor. Atladıktan sonra paraşütün açılması için düğmeye basmaya çalışırken, paraşütün iplerinden biri boynuna dolanıyor ve 1500 metre yükseklikten yere çakılıyordu.

Tuhaf olan mucizevi şekilde hayatta kalan paraşütçünün hiçbir kırık ve çıkığı dahi yoktu.Hayat bazen insanlara çok ilginç davranabiliyor...

The Go-Betweens - Love Goes On

Biraz da sinema: Züğürt Ağa


“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” der Herakleitos. Özellikle Türkiye coğrafyasında bu sözün taşıdığı anlam çok daha iyi anlaşılıyor. 80 Askeri darbesi sonrası Türkiye’de hem siyasi, hem ekonomik, hem de insani anlamda çok şeyler değişti. İç göçün hızlandığı, küpünü dolduranların kolay yoldan köşeyi döndüğü yıllarda, “ahlaki yozlaşma” bütün bu yaşanan sürecin en büyük yan etkisi oldu. Üstelik bütün bu yaşananlar benim memurum, benim esnafım işini bilir şeklinde söylemlerle siyasi yönden de desteklendi.

Züğürt Ağa temel olarak bu yozlaşma ve değişim döneminde inandığı değerler ve vicdanı ile ayakta kalmaya çalışan bir köy ağasının hikayesine odaklanıyor. Nesli Çölgeçen’in yönetmenliğini, Yavuz Turgul’un senaristliğini üstelendiği bu yapım iç burkucu bir değişim öyküsünü anlatıyor. Güney Doğu’da küçük bir köy Haraptar. İsmi gibi harap olmuş bu köy eskisi gibi verimli değil, köylüler karın tokluğuna çalışıyor, ağalık sistemi yavaş yavaş çöküşe geçmiş. Bütün bunlara yeter diyenler köyü terk ederek soluğu İstanbul’da almışlar. Bu değişime direnen tek kişi Züğürt Ağa. Fakat Züğürt Ağa son darbeyi yanına maraba olarak aldığı ve köylüleri hırsızlığa teşvik eden çıkarcı Kekeş Salman’dan yiyerek, varını yoğunu satarak büyük şehre göçmek zorunda kalıyor.



Yaşlı annesi, karısı, çocukları, babasının kısa evliliğinden yadigar kalan Kiraz ile birlikte yeni bir hayat için gelinen büyük şehir Züğürt Ağa için tam bir hayal kırıklığı olacaktır. Daha önce hiç çalışması gerekmemiş, elinde çiğ köfte yapmak dışında bir zanaatı olmayan ve üstelik temiz bir kalbinin olması doğal olarak giriştiği her işte hüsrana uğramasına neden oluyor. Bu duruma dayanamayan karısı ve çocukları evi terk ediyor. Geride sadece aralarında gizliden gizliye derin bir sevgi yaşadıkları Kiraz kalıyor. Ağa için geriye tek yol kalıyor, geçmişe dair her şeyi silerek bu yeni dünyaya ayak uydurmak.



Yönetmen Nesli Çölgeçen bu bireysel hikaye üzerinden değişimi, iş ahlakının nasıl bozguna uğradığını ve kırsala ait kuralların şehir hayatında nasıl ayaklar altına alındığı çok güzel anlatıyor. Özellikle bu anlatımda kullandığı simgesel yöntemler çok etkiyici. Örneğin, ağalığın sembolleri olarak sunduğu nesnelerden her birinin tek tek elden çıkması ve son olarak Züğürt Ağa’nın tutkuyla bağlı olduğu körüklü çizmelerin eskiciye satılması kapanan bir dönemin hüznünü yansıtıyor. Anlıyoruz ki bu yeni düzen içerisinde ayakta kalabilmek için namuslu olmak peki bir şey ifade etmiyor. Artık köy ağalığı yerini “şehir ağalığı”na bırakıyor. Bu şehir ağalığı figürünü de en güzel Kekeş Salman canlandırıyor. Kekeş Salman’ın verdiği temel mesaj basit aslında; bir devir sona erdi ve büyük şehirde yaşamak için oranın kuralları ile yaşayacaksın. Bu yeni düzende para kazanmak çok önemli ve bunu nasıl kazanacağının da pek bir önemi yok. Zaten filmin sonunda ağayı sokakta çiğ köfte satarken görürüz, ilk önce utanarak, sattıkça umutlanarak ve sesini yükselterek satar çiğ köfteyi. Marabalarının onu çiğ köfte satarken görmesini bile umursamaz ve tüm çiğ köfteleri bitirdikten sonra büyük bir keyifle boş tepsiyi çalarken görürüz Ağayı. Yeni gün yeni bir umut demek artık Züğürt Ağa için.



Züğürt Ağa senaryosunun barındırdığı ince noktalar, öykünün içine güzelce yedirilmiş yan temalar ile izleyici düşüncelere sevk ediyor. Kırsal hayatın bir gerçeği olarak, kadınlara verilen değer, başlık parası, din adamlarının kırsal kesimdeki etkisi, köylülerin siyasi tercihlerinin nasıl belirlendiği gibi konular esprili bir şekilde senaryoya yansıtılmış. Şu an düşündüğümüzde bile güldüğümüz bu konular günümüzde bile devam eden bir sorun aslında.

Film başta Şener Şen ve Erdal Özyağcılar olmak üzere oyuncuların performansları, sahici işlenmiş köy sahneleri, Atilla Özdemiroğlu imzasını taşıyan müzikleri, sürükleyici kurgusu, temelde ele aldığı mesele ile Türk sinemasının en güzel filmlerinden bir tanesi. Kendi züğürt, fakat yüreği zengin bir adamın hüzünlü hikayesidir Züğürt Ağa.

Barış Manço - Domates Biber Patlıcan
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...