23.01.2014

Seni seviyorum, sen de beni sevme


Seni seviyorum. Sen de beni sevme.
Bir portakal ağacının hayatı boyunca yetiştirdiği 18.000 portakaldan sonuncusu ol ve C vitamini olarak girdiğin vücuttan büyük bir fikir olarak çık; Esatir-i Yunaniye seni de yazsın.
Benim için… Bir zeytin fidanı dik, zamanla ‘ölmez ağacı’ olur adı; en az 3.000 yıl yaşar ve yaşadığı zaman boyunca da hiç kimseyi öldürmez. 
Benim için bir cümleden ibaret olacağına, işçiliğiyle göz kamaştıran bir ana fikir ol.
Eski balıkçılardan dinlediğin bir efsaneyi hatırla ve suyun altında burun buruna geldiğin bir orfozun gözlerine bakıp “Neden öyle büyük büyük bakıyor?” derken, suyun altında bir denizkızı gördüğü için öyle bakıyor olabileceğini düşün.
Kaz Dağı‘nın eteklerinde sakız reçeli, mor kekik, kuru incir, zeytinyağı, limon kekiği ve ada çayı satarak ailesini geçindiren ve okul masraflarını dahi kendisi çıkartan 12 yaşındaki bir çocuk ol.
Bir çocuk ol ve kafiyelere uyma.
Sigara tütününden deniz atı yap.
Senden daha iri cüsseli bir adamla güreş tut.
Adı “Sefil” olan mutlu bir fil çiz. 
Hava kararsın.

Assos antik kentine, “tarihi eser kaçakçısı” şüphesiyle tutuklanabileceğine aldırmadan, kapıları kapandıktan sonra tel örgülerinin altından sürünerek kaçak gir.
Tüm Athena Tapınağı senin olsun.
Hayatının en güzel manzarasına karşı o gece kırmızı şarap iç; yıldızlar altında Zeus‘a bir dal sigara kurban et.
Bir kitapçıya uğra ve daha önce okuduğun ve sevdiğin ve bu yüzden bir arkadaşına da okusun diye ödünç verdiğin bir kitabı, sana geri dönmeyeceğini bildiğin için yeniden satın al.
Bu kitabı bir başkası istiyorsa da, onun gözlerine baka baka o kitabı ver ona ki alnında kocaman kocaman harflerle ENAYİ yazsın.
Enayi ol çünkü bilgelik enayilikten doğar.
Enayiliğinle gurur duy; şark kurnazları için hayatın kontenjanı hiç dolmaz.
Gecekondularla onur duy.
Çünkü bugün saraylarda oturanların yaşaması için verilen her savaşta, o evlerde yaşayanların dedeleri öldüler. 
Gecekondularla onur duy çünkü gururla gösterilen şu apartmanlar denizinde, gecekonduların bahçelerinde halen en az üç kavak, beş erik ağacı, bir o kadar da sebze meyve ve çiçek sürüsü var. 
Köpeklerininse tasması yok.
Bir köpek ol, Diyojen seni kıskansın.
Doğunun hükümdarlarının kendilerine niçin “Resülullahi ekber” yani “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” dedirttiklerini düşün ve sen kendine böyle dedirtmeye çalışsaydın, seni nasıl da taşlayarak öldüreceklerini;
bir cümlenin nasıl da ölümcül bir gücü olabildiğini ve her cümlenin, coğrafyasına ve makamına göre değişen anlamlar içerdiğini.
Sen de beni sevme.



Demine, devranına hû de.
Deniz Ayvazovski olsun, dalgaların boyu birkaç metre olmasına rağmen “Üşürüz” diyen arkadaşlarına baka baka suya gir.
“Hasta olursun” desinler, hasta olmazsın.
Fırtına vakti, dalgaların üzerinden uçuşan kelebeklerden ol.
Ametistler boynunu, dumanlı kuvarslar avuç içlerini öpsün. 
Lapis lazuli taşından bir kolye ucu yap, belki milyon yıl sonra bir arkeolog, senin için “bu insanın Uzak Doğu‘yla bir bağlantısı olabilir” şeklinde yanlış bir tahmin yürütsün.  
Urfa Göbeklitepe‘deki dilek ağacının dibinde hayatının en demli çayını iç; çay sevmiyorsan, hayatında ilk defa mırra tat.
Troya‘nın kayıp heykeli Palladion sen ol ama seni hiçkimse çalmasın.
Kollarını kanatıp da birbirlerinin kanlarını emerek kan kardeş olanların makamını, kardeşlik için yakılan şarkıların meyanını iliklerine kadar hisset.
İspanyolların her “Olé!” deyişlerinde aslında “Allah” diye bağırdıklarını biliyorsan, Real Madrid-Barcelona maçının tam da orta yerinde “oley” çekmek yerine, “Allah belânı versin Christiano Ronaldo” diye bağıran da sen ol;
esprini hiçbir Katalan ya da İspanyol anlamasın.
“Bazıları köle olarak doğar” diyen Aristo‘nun, vasiyetnamesinde “kölesinin serbest bırakılmasını” isteyişindeki o gülünç hikâyeyi düşün;
23 bıçak darbesiyle öldürülen Sezar‘ın ardından, “Sezar’ı sevmediğimden değil, Roma’yı çok sevdiğimden” diye bağıran Brütüs‘ün telâşını.
Beni çok sevme.



Bir kitap yaz, son cümlesi “gök gürültüsü” olsun. Bir albüm çıkartırsan eğer, adı “Erik Ağacı” olsun.
Marsilya kentini kuran bir Foçalı ol; Roma kentini kuran Antandroslu bir Troya kaçağı.
“Omnia mea mecum porto” yazılı bir dövmen olsun; okuduğun o çok sevdiğin kitapta adına en çok üzüldüğün karakterin adını taşıyan bir de teknen;
Epiküros‘u ve tüm bahçe filozoflarını kıskandıracak kadar güzel bir de bahçen.
Şaraplık ve sofralık üzüm, erik, zeytin, iğde, nar, ayva, antepfıstığı, incir, şeftali, satsuma, limon, sakız, buhur yetişsin o yeşile çalan bahçede; o bahçenin orta yerinde de korkuluk diye diktiğin bir faltaşı, bir Priapos heykeli olsun.
Çünkü Priapos‘un kocaman penisi, ölüme meydan okumaktır.
Baharın rüzgârları, bahçenin kokularını karşı adalara taşısın.
Ada halkı senin bahçenin kokuları nedeniyle mis kokan adaları için “Moshos” desinler.
Salatanda roka mutlaka olsun. Bahçenin zeytinlerinden taşbaskıyla elde ettiğin erken hasat zeytinyağına doyur salatayı.
Rakıyı fazlaca kaçırıyorsan, eskilerin “kinara” dedikleri enginar, bahçenden eksik olmasın.
Bir sevgilin olsun ya da olmasın; sen de beni sevme.
Afrika kadar sömürüldükten sonra bile, ben de dahil hiçkimseye borcun olmasın.
Bırak da saçların bugün dağınık kalsın.
Bugün, güzel kalçalar sana da ilham versin.
“Benden ne istersin?” diyen Büyük İskender‘e, “Gölge etme, başka da ihsan istemem” dediği için; İskender‘e “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” dedirten bir fıçı filozofuna dönüşsün ruhun.
Simurg‘u arayan kuşları Kaf Dağı‘nın ardına götüren bir Hüthüt ol; bir şehzadenin başına konmuş güzeller güzeli bir Hümâ; yedi vadili ahir zamanda, kalbur samanda keyif çat ki seni masallardaki tembel ağustos böcekleri bile kıskansın.
Hiç tanışmayacağın ve tanımadığın insanlar, en olmayacak duandan sonra bile gizlice “amin” desinler.
Kristof Kolomb‘un haritalarını ele geçirdiği zaman, Piri Reis‘in gözlerinin nasıl da parladığını hayal et ve gözlerin hep öyle parıldasın.
Sana güleryüzüyle para üstünü uzatan kasiyere, sen bir buçuk defa gülümse.
En az yüz kiloluk bir yayın balığının, o tuhaf bıyıklarıyla, bir Osmanlı beyefendisi gibi sular altında sergüzeşte dalmışken, tavladığı yayın balıklarının yaptığı tatlı nazı düşün.
Achilleus‘un ordularının üzerine yürüyen Skamandros nehri gibi ak.
Titanların savaşına karışma, bırak da ne bok yerlerse yesinler.
Şu yıldızlı gökkubbede, güneşten ve aydan sonra en çok parlayan sen ol;
Afrodit‘ten al adını; sana Venüs yıldızı desinler; çobanlar seni “çoban yıldızı” diye sevsinler, akşamcılar “akşam yıldızı” diye; sabah namazına kalkan hacılarsa “sabah yıldızı”.
Beni sen de sevme.



Düğününü İda‘da yap ama Eris‘i bile davet et.
Gerçek olamıyorsan bile, pek de güzel uydurulmuş bir yalan ol.
Atinalı bir “metiokos” yani bir liman haytası olacaksan da, ellerin ayakların yine de bakımlı olsun.
Bakımlı eller ve ayaklar, fonksiyonelliğe meydan okumaktır.
Orospuysan, işini severek ve hakkını vererek yap; orospuluğun orospusu ol; Perikles‘in karısı Aspasia, İskender‘in anası Olympia dahil tüm ‘heteir‘ler seni kıskansın.
Hepaistos‘tan daha fazla çalış.
Sokrates’ten daha çok düşün.
Tembellik hakkını yine de sen savun.
Yediğin zeytinin çekirdeğini avcuna tükürürken, tufandan sağ kurtulan bir güvercinin onu tükürüp de zeytin ağaçlarını tüm devrana nasıl da peydah ettiğini tasavvur et.
21. yüzyılın Oscar Wilde‘ı sen ol, havandan geçilmesin.
Sırf güzel şiirler yazıyor diye mor kahküllü, bal gülüşlü, arı Sappho olmaya çalışma; bu defa, Lesbos‘lu şair güzelim Sappho‘nun güzeller güzeli manzarası olmaya çalış.
“Üç güzeller yarışması“ndaki altın elmayı, “üretim hatası var” diye Hermes’le Zeus’a geri yolla.
Güzelliğin hükmünü Paris‘e bırakma, güzelliğin hükmünü veren sen ol.
İskenderiyeli Hypatia‘dan daha güzel olmaya çalışacağına, ondan daha bilge olmaya çalış.
Aşk ya da bilgelik uğruna dağları delmene gerek yok; dağlarda birkaç gün geçirmen ve kendini kendine doğru adımlaman kâfi.
Sevdiğinin zannı altında ol, pirinin kalbinde.
Pirin aşığın olsun.
Gökkubben pirin.
Sen de beni sevme; ben seni severim.



Sen bugünlük keyfine bak.
Karnın acıkırsa da hayatında ilk kez meyveleri dalındayken tat.
Tıka basa yemek yeme ama rüyanda şu pırıl pırıl dolunayı kurabiye gibi yediğini gör; deniz seviyesinin 39 kilometre üstündeyken bile dünya senin olsun; Babil Kulesi bile zevke gelip yeniden kurulsun.
Boğaz‘ın suları üç kere çekilip, beş kere kudursun.
Şişmanlıktan çatlıyorsan da heykelini Rubens yontsun.
Bir kedi ol, gezdiğin tüm çatıların kiremitleri çıtır çıtır şarkılar söylesin.
Binlerce yalan uğruna yaşayacağına, seni sen yapan bir tek gerçek uğruna öl.
Fırında yemek yap çünkü fırın mutluluktur.
Masanda canlı çiçekler mutlaka olsun çünkü çiçeğin canlısını sevmek aşk-ı ekberdir.
Paraların ön yüzüne resmini yontacakları kadar ünlü değilsen, Efes paralarındaki arı figürü kadar ünlü ol.
Kızılırmak‘ın antik adı “Alyscamps“ın döne dolaşa nasıl olur da Champs Elysee’nin “Elize“sine evrilebildiğini düşün.
Eğer okumamışsam, bana Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna’sını hediye et.
Eğer delirmemişsem, beni delirt.
Zaferlerini zeytin, defne ya da mersin yapraklarıyla yaptığın çelenkleri saçlarının hemen üzerine koyarak kutla; aralarına birkaç ölü arı serpiştir ama arıları öldürme.
Sana deli diyene, sen divaneyim de.
“Lykia Yolu’nu yürüyeceğim” deme, hiç değilse bu yaz, bu defa yürü o yolu.
Oğuz Atay‘ın Tutunamayanlar‘ını artık bitir.
Kitap yazamıyorsan bile, bir kitap yazsaydın, adını ne koyabileceğini düşün ve bir kenara not et; kulübe hoş geleceksin, çünkü artık bir kitap yazmaya başlamış olacaksın.
Sen de beni sevme,
n’olursun..




Hellespont‘un en dar yeri Sestos ve Abydos arasında boğulan Hero ve Leandros için yas tut mesela; Kala-i Sultaniyye sana eşlik eder; görürsün.
Ben muhtemelen aynı yeri yüzerek geçmeye çalışacağım, bir mayıs akşamına doğru.
Beklerim.
Bu dünyanın tüm çatışması ve kederi, rind ile zâhid arasındaki haldedir; şarap tanrısı Dionysos (Bacchus) olamayacağını biliyorsan, adı Bakkahi‘lerden, yani İbbaki‘lerden, yani Zembekikos‘lardan gelen bir rind-i Zeybek ol;
“Evohe!” diye bağır, harmandalına gönlünü ver; zeybeklerin başlarındaki çiçekli yazmaların, aslında, antik dünyadan kalma çiçek çelenkleri olduğunu bil ve zeybekleri sev.
Harmandalını sev.
Harmandalı oynayan zeybeklerin, kollarını her havaya kaldırıp yere çöktüklerinde, aslında, şaraplık üzümleri toplayıp sepetlere koyduklarını ve yeniden ayağa kalktıklarında da o üzümleri şarap olsunlar diye ezerek kendinden geçen Dionysos alaylarına karıştıklarını gör.
“Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd, cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd”ı ezberlemene gerek yok; anlamını bilmen yeter.
At nalı şeklindeki bir şölen masasının etrafında yaptıkları “aşk” konuşmasına, “Bugün neyi övelim?” diye başladıkları için bile, Platon‘un Şölen isimli diyaloğunu okumayı her dem sürdür.
Platon‘u çok sevme, kıskanırım. 
Biliyorum saçma olacak, ama Miletli Thales, milâttan önce 585 yılının 28 Mayıs‘ında güneş tutulması olacağını önceden hesap etmiş; bunu bilen adam “her şey sudur” diyorsa vardır elbette bir bildiği daha;
madem böyle, bu su metaforunun bir ucundan tut ve suyun altında yıkanıyorken, kendinin de su olduğunu düşün; epey rahatlatıyor.
Duşun altında değil de denizin ortasındaysan, suyun yüzeyine sırt üstü yat ve gökkubbeye bakıyorken boşlukta uçuyor olduğunu düşün; gülümseyeceksin.
Gün gelecek, felsefeyle ileri derecede ilgilenen herkesin “bilge” olmadığını anlayacaksın. 
Kocaman profesörlerin bile birer zavallı olabileceğini.
Sayılara mutlak bir inançla bağlı olan ve bugünkü birçok tarikatın da kökeninin dayandığı Pisagor efendiyi düşün:
Dik kenarları 1 birim olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğunun rasyonel bir sayı olmadığını kanıtlayan öğrencisi Metanpontumlu Hippasus‘u, sırf bu yüzden bir kaşık suda boğmadı mı?  
Pisagor bir katildi ve filozoflar da dahil her insan, bir kaşık suda boğma heveslisi yaratıklardır.
Fakat bazıları da vardır ki felsefelerinin tutarlılığı uğruna, Empedokles gibi de Etna kraterinin ağzından atarlar kendilerini.
Yanardağların ağzına geldiğin vakit, Empedokles‘i ve bizi düşün.
Arabeskler ve tılsımlar aklının bir köşesindeyken, bana en büyük yazarların ve filozofların gözleriyle bak.
Nebrisler giyindiğin zamanlardaysa en yükseklere kurul; senin makamın için “post nişin” desinler.
En yükseklerdeyken çamurun dibinin parlak olduğunu unutma çünkü makamının yüksekliğine bu yakışır.
Apollon ketumluğunda olduğunda dahi, Dionysos alaylarında saf tut.
Bozkırın yalnızlığına, ormanların kalabalığına aldanma; aslında her ikisi de senin etrafın.
Labrisini toprağa gömsen bile nereye gömdüğünü unutma.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Yeri gelir, sana şiirlerden börekler açarım. Pers topraklarına kadar uzanıp Sohrab‘tan bir iki satır bile okurum; Hayyam efendi bizi kıskanır.
Bakarsın bir akordeon sesi duyulur bir yerlerden.
Ne zaman bir akordeon sesi duysam, durur dinlerim.
Beni durdurmak için akordeon çal.
Sen de beni sevme, ben seni severim.



Günlerden cuma ve ne dediğimi bilmiyorum; zürafalar yine gümbür gümbür bulut yiyor.
Karşına Pindaros‘un evi gibi dikilmezsem de benim adım cihanda sulh değil!
Ne zaman bir gemi görsem, Harar‘a kaçmayı kafasına koyan acemi bir Rimbaud olurum.
Acemi sözcüğünün, “Acem“den gelip gelmediğini de düşünmeden edemem.
Kafamın içinden, üstünde dev balinaların yüzdüğü, kiklopların cirit attığı dev portolon haritalar çizer, riskli rotalar belirlerim.
Portolon sözcüğünün etimolojik kökeninin, Portekizli denizcilerden gelip gelmediği takılır aklıma bu defa.
O gün bir buçuk hayalperestsem eğer, Afrika haritasını fillerin kulağına benzetirim.
Yeri gelir, Kserkes gibi de kabaran denizleri kırbaçlarım.
Yeri gelir, “gibi” olmam, “ta kendisi” olurum;
İthaka‘ya varamayan gemilerin tayfası, cennetten kovulanların elması.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Bu gidişle yemediğim halt kalmaz.
Uçurtmaya “uçutturma” bile derim.
Kara yakılar yakan, bakılar bakan yaşlı bir ’şaman’a dönüşürüm.
Köprücük kemiklerim derinleşir; belimdeki venüs gamzeleri belirginleşir.
Sen de beni sevme, ben seni severim.



Çünkü sevgide demokratlık diye bir şey yoktur.
Sevme halinde ayar, sevme halinde ölçü yoktur.
Mintarafillah, ortasını bulamadık diye, Aristoteles efendi bize kızar.
Sırf bu yüzden, “Demokrasi” diye diye kıçını yırtan, gözleri döne döne dört dörtlük bir “tiran“a dönüşen o adama seve seve meydan okurum.
“Köle ahlâkı“yla değil de “efendi ahlâkı“yla meydan oku sen de ve bu sistemde senin efendin olmuşların efendisi olmadan da bu hayatı terk etme.
Emin ol ki yapayalnızsın bu savaşta.
Emin ol ki yapayalnızım bu savaşta.
Yalnız savaşında sana başarılar dilerim. 
Yalnız savaşımda kendime başarılar dilerim.
Başarı dileklerim bize mikron mikron güç veriyorsa, artık yalnız değiliz ve kazanacağız.
Hazırlıklar başlasın çünkü kazanacağız ve çok kalabalık yalnızlarız.
Kazanacağız çünkü devrim başıbozukluk ister.
Efesli Herakleitos bile devrimle değişir.
Zafer çelengini ben örerim mersin yapraklarından.
Balkanlar‘dan Himalayalar‘a kadar uzanan 15 yaşında bir İskender olurum.
Sen yeter ki beni de sevme.
Ben seni sevmeler diktasını ilân ederim.
Diktatörlük günlerinde, git okulunu falan as örneğin. Okulun yoksa da işinden istifa et.
İşin de yoksa bu durumu sanata dök; işin sanatın olsun, seni sevmek de benim sanatım.
Yorulursan, ayaklarına ben yaparım en güzel masajları. Merak etme; parasız da kalmayız; parasız kalacaksak da aç kalmayız; denizlerin balıkları ve ormanların meyveleri halen canlı ve leziz.
Plajlar halen yatılabilecek ve cırcır böcekleriyle panik ataklar yaşayabileceğimiz kadar  geniş.
Ben seni böyle de severim ve panlar, kendi çıkardıkları sirinks seslerinden panik içinde kaçışır.
Ağustos böcekleri, cırcır böcekleri ve çekirgeler, kendi çıkardıkları cır sesinden uçuşur.
Ateş böcekleri üçer beşer deniz fenerine dönüşür.
Biz o aralar hiç oralı olmayız. 
Bakarsın, bir yerlerden bir lir sesi duyulur.
Ben ne zaman bir lir sesi duysam, durur dinlerim.
Ben ne zaman bir şeyi durup da dinlesem, ona aşık olurum.
Parmaklarım hem liri, hem de seni sever.
“Git, bir işe yara” diyenlerden de olamam.
“Git, bir şişe şarap aç” derim; daha iyi. Sen beni sevmesen de olur, çünkü benim için güzel olan, “salt fonksiyonel olmayan“dır.
Benim için güzel olan, “yüzde elli tahmin edilebilir ama yüzde elli öngörülemeyen olan“ın adıdır.
Şaraplık üzümün bile güzel tanesi, mücadeleyi sevenidir. Azıcık güneş görmek için, en soğuk iklimde bile kendisini hırpalayanıdır.
Benim için güzel ol; bir fırtınanın başlatıcısı bir kelebek. 
Ben süt beyaz omuzlarının üzerine ‘cupidon‘lar bile kondururum.
Uğruna daktiller dökerim, sen bir işe yaramasan da olur.
Çünkü sevgide işlevsellik yoktur ve benim işim güzeli sevmektir.
Aşkta Hitler, sokakta Shakespeare, yatakta Hector‘um.
Senin için beş para etmesem de olur, çünkü seni seviyorum. 
Sühan kütâh bâyed vesselâm: ”Ben de seni” deme; bana aniden bir şeyler söyle.

"Ozan Önen"

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...