31.01.2012

Tommie Smith, John Carlos and Peter Norman


Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik. 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerika'lı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.

İtiraf ediyorum ki, Aynur Çaglı'nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyali Avustralya'lı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş.

İste bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.

Gelelim hikayeye...


Mexico City'de 200 metre finali koşulmus. Amerika'lı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralya'lı (beyaz) Peter Norman kazanmış. Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek sormuş:

- İnsan haklarina inaniyor musun?
- Evet, inaniyorum.
- Peki ya Tanri'ya?

- Bütün kalbimle...


Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındakı eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!

İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl?

Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne 'İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartını iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.

Ve tabii dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor.

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahn spor kariyerini o saniyede bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika'daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmis siyahın ilahi haline gelmislerdir. Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman?

Meslektaşm Aynur'un anlattığına göre, Norman'ın da hayatı kararmış.

Tommie Smith diyor ki:

"Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadıgı gibi, herkes tarafindan yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dıslandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliligi sona erdi."

Avustralya Devleti Norman'ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamini mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.

Ölene kadar süren 'eylem kardeşliği'

İki Amerikalı ve bir Avustralyalı 'lanetli' atletin o gün başlayan 'eylem kardeşliği' ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.
Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.

Ve simdi, aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın:


Melbourne'de yapılan cenaze töreni. 'Onurlu beyaz atlet' Peter Norman'ın tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos'un omuzlarında!

Üç 'eylem kardesi' son kez omuz omuza...

Nasıl, muhteşem bir haber değil miymiş?
Bu habere neredeyse tam sayfa ayıran Star'a bravo. Ve tabii Aynur Çağlı'ya da kocaman bir bravo. Final onun ağzından:

"Cenaze töreninde Carlos ile Smith'in yanına gidip ' Siz Mexico City'de yumruklarınızı havaya kaldırdığınızda, biz Türkiye'deydik. Şeref kürsüsündeki fotoğrafınız o gün bize ve kuşağımıza çok şey öğretti ' dediğimde, Carlos yüzünde içten ve gururlu bir gülümsemeyle eğilip, "Bizim de bütün amacımız buydu zaten ' dedi."


"Star 16 Ekim "


French Films - Take You With Me

Bubblegum Lemonade - When She Goes

Craft Spells - Party Talk

Hangi Kadın "Sopalık" tır?


Cem Karaca'nın döveceği bir kadın nasıl olmalıdır veya Cem Karaca bir kadını neden, niçin döver? diye bir soru aklınıza hiç geldi mi? Eğer geldi ise, cevabını sanatçı zamanında şu şekilde vermiş.

"Mesela, bir lokantaya girdiğimiz zaman masa beğenmeyen bir kadın, yanında ben olduğum için garsona Hişşt diyen, gelen hesabı kontrol etmeye kalkan bir kadın, bence sopalıktır. Belki kadınlar bunu içtenlikle yaparlar. Fakat kadın erkeğe Beni lokantaya götür dediği zaman, erkeğin o lokantadan gelecek olan hesabı ödemeyi kabullendiğini bilmelidir."

Laf aramızda rahmetlinin huysuz biri olduğu biliniyordu. Karaca'nın kurduğu, sonra dağıttığı grupları bir anımsarsak. Apaşlar, Kardaşlar, bir dönem Moğollarla ortaklık, Dervişan, Edirdahan. Tüm bu ortaklıklarda, en az bir kişi ile kavgalıdır Cem Karaca. Bu kavgalara gösterilen neden hep aynıdır. Politik görüş ile müziği örtüştürmekte yetersiz kalmak. Karaca birlikte yola çıktığı arkadaşlarını kötü müzik yaptıkları için değil, düşünsel yönden yanlış müzik yaptıkları için terk ettiğini söyler.

Cem Karaca & Moğollar - Obur Dünya

Cem Karaca & Dervişan - Beni Siz Delirttiniz

Cem Karaca & Moğollar - Gel Gel

30.01.2012

Video : Purity Ring - Lofticries


Corin Roddick’in yeni projesi Purity Ring ve onların Lofticries parçası geçtiğimiz yılın en dikkat çalışmalardan birisiydi. Şarkının vurucu videosu ise 1973 İsveç yapımı "They Call Her One Eye" filminden kolajlar alınarak yapılmıştı. İsveç'ta zamanında yasaklanan film çocukluğunda cinsel istismara uğramış Frigga’nın intikam öyküsü üzerine kurulmuş. Ayrıca bu filmin Quentin Tarantino’nun Kill Bill serisi için de ilham aldığı temel eser olduğunu da hatırlatalım.

Eliseo Alberto'nun dediği gibi "Bir leoparla karşı karşıya geldiğinde, karıncanın gücü tamamen önemsizliğe dayanır"


Purity Ring - Loftcries

Purity Ring - Belispeak

Purity Ring - Ungirthed

29.01.2012

Birazda Sinema : Uzak Işıklar


İki ülke, iki kent ve bir nehir. Oder nehri yalnızca Alman kenti Frankfurt ile Polonya kenti Slubice'yi değil aynı zamanda iki dünyayı birbirinden ayırmaktadır. Fakir ya da zengin birçok insan buraya büyük umutlarla gelmekte ve çoğu zaman da kendi yarattıkları sınırları aşamamaktadırlar.

Karşılık göremediği aşkı yüzünden ailesine ihanet eden genç sigara kaçakçısı Andreas, bu karakterden biridir. Diğeri, iflas etmemek için umutsuzca çaba harcayan Ingo, bir başkası ise kızının kiliseye kabul töreninde giyeceği elbiseyi almak için acilen aparaya ihtiyacı olan Polonyalı taksi şoförü Antoni'dir.

Uzak Işıklar rastlantılar sonucu, 48 saatlik bir zaman dilimi içinde karşılaşan bir grup insanın öyküsünü anlatır. Bu insanlar birbirlerini kandırır, hırsızlık yapar, yardım etmeye çalışır, sıkıntıya düşer, birbirlerini sever ve umutla geleceğe bakmaya çalışırlar. Bütün güçleri ile yaşadıkları bu çılgın dünyada kendilerine bir yer edinmek ve mutlu olmak için çabalarlar. Bazıları aydınlıkta bazıları karanlıkta.

Yönetmen Hans-Christian Schmid orjinal ismi Lichter olan filminde, Batı'nın neden bu kadar zengin olduğunu, sınırlarını neden dışarıya kapadığını, kendisine sığınmak isteyenlere neden bu kadar insanlık dışı davrandığı gibi sorulara cevap arıyor. Filmdeki karakterlerin dokunaklı ve insancıl öyküleri de filmin politik mesajı kadar önemli.

Uzak Işıklar her anlama gelebilir: Kilisedeki mumlar, sığınmacıların Berlin zannettikleri Slubice kentinin ışıkları ya da heyecanla beklenen bir taksinin farları. Hem umut verecek hem de tehlikeli olabilecek bir kelime oyunu.

2003 yılında Gezici Festival'de izlediğim Uzak Işıklar'ın müziklerini The Notwist grubunun yaptığını belirtelim. Ayrıca 2000'li yılların başında İngiltere'de başlayıp şu sıralar yeni bir akıma dönüşen Dubstep müzik tarzının öncülerinden Burial'ın Distant Lights parçasını da es geçmeyelim.


Burial - Distant Lights

The Notwist - Consequence

The Notwist - Shrink

The Notwist - This Room

27.01.2012

Sorular ve Sorular


Cemal Süreya "Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey" derken neyi ifade ediyordu...

Bunuel "Sinema zaman zaman sanatlaşan bir endüstridir" derken hangi ruh halindeydi...

Pasolini "Hepimiz tehlikedeyiz" derken hangi tehlikeyi işaret ediyordu..

Frankfurt Okulu düşünürlerinin temel meselesi neydi...

Yabancılaşarak mı olgunlaşsak, yabancılaşmadan mı çocuklaşsak...

"Herşey naylondandı o kadar" diyerek konuyu kapatmak mı lazım...

İnsanları her zaman birbirleriyle olan ilişkileriyle değil, gerçeklikle olan ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek gerçekten zormu...

Betty Blue'lar sadece filmlerde ve kitaplarda mı oluyor...

Alfred Hitchcock'un unutulmaz filmi Vertigo'daki dedektif John neden bu kadar yalnızdı...

Interpol grubunun solisti dünyanın en mutsuz adamı Paul Banks İstanbul konseri esnasında, seyirciye çok mesafeliydi diyenlere inat şebeklik mi yapmalıydı...

Gerçek mi görüntünün, görüntümü gerçeğin yansımasıdır...

Belkide varolmak için hiçbir ciddi nedenimiz yokmu...

Kadınlar mı daha çok acıtır, yoksa lodos mu...

Ve can alıcı soru; "Cevabı olmayan bir şeyin sorusu olabilir mi?"...


The La's - There She Goes

Heavenly – Mark Angel

Mansun - I Can Only Disappoint U

25.01.2012

Theodoros Angelopoulos


Leyleğin Geciken Adımı, Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Ağlayan Çayır, Puslu Manzaralar gibi unutulmaz filmlerin yönetmeni Theodoros Angelopoulos bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Sanatsal sinemanın ve Yunan sinemasının öncü isimlerinden biri olan Angelopoulos Pire Drapetsona otoyolunda film çekimi esnasında bir Motorsikletin çarpması sonucu ağır yaralandı. Götürüldüğü hastanede yoğun bakıma alınan Angelopoulos bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Ölüm insanın içinde tuhaf bir his bırakıyor. İnsan kendine sormadan edemiyor. Yaşamak mı daha zor yoksa Ölmek mi?

Modern bireyin yaşama dair ızdırapları, düş kırıklıkları, şiir tadındaki geniş plan çekimler, uzun sekanslar ve elbette Eleni Karaindrou'nun olağanüstü müziği artık öksüz kaldı. Başımız sağolsun.


Vashti Bunyan – Diamond Day

Arto Lindsay – Simply Beautiful

Brian Eno – Panic of Looking

Sun Ra – Love in Outer Space

Bombay Bicycle Club – You Already Know (Feat. Kathryn Williams)

24.01.2012

Aylak Adam


Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi.

Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta - o geceki sokaktı bu - bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden - niye terzi? Bilmiyorum - dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek-sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onula girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.

Bir ay önce yediğim dayağı haketmemiştim ben. Beş gün çenem sarılı - sanki bazı insanlara kendimce bir iş uydurup her sefer yanılmamışım gibi - Beyoğlu'ndaki terzi dükkanlarını dolaşmıştım. Uykulu sokakta beni çökerttikleri yer lambalardan uzak değilmiş, birinin kara bıyıklı olduğundan başka şeyler de biliyormuşum gibi arıyordum onları. Kimse anlamıyordu. Sadık bile , "- Bulacaksın da ne olacak?" diyordu.- Anlatacam yahu. Haksız olduklarını söyleyecem. Yanlarındaki üçüncü kişiye yapmak istediklerinin umurumda olmadığını, (- Olmaz, eve gidecem ben, demişti üçüncüsü) orada durduysam salt merak ettiğimden durduğumu söyleyecem. O iki terziye..." "- Niye terzi?" "- Bilmiyorum. O iki terziye beni dövmekle haksızlık yaptıklarını anlatacam." "-Sonra? " "- Sonu oradaki duruma bağlı." Sadık başını sallıyor, gülüyordu. Onları aramam gerektiğini anlamıyordu. Beş gün sonra suratım iyileşip sargı atılınca aramayı bıraktım.

Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye'ye yakın caddanin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kolkola gülüşerek gidiyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki,

-Terbiyesiz, pis sarhoş, dedi.

Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmada rahat edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim. Bir bardak şarap içmiştim yemekte. Hem onu öpmemiştim ki soluğumda şarap kokusu duysun. Bir sigara yaktım, yürüdüm.

Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti. Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından? Ötekini kovup ona konuşmak için döndüğüm zaman, " Sus, biliyorum," diyecekti. Bir haftadır bana akşam yemeklerini aynı lokantada yedirten düşünceydi bu. O geceki kadında oraya uymayan bir şeyler vardı. Yemek yiyenlerin, eşyanın ötesindeydi. Kalktığı zaman garson pilavımı getiriyordu. Kalkmamıştım; başka gece kalkacaktım. Kadın gidince bir yarı-bilginin üzüntüsü geldi bana: başka gece yoktu. Gelmiyordu. Bu gece de gelmedi. Belki garsonun yüzünü benden bir hafta önce görmüştü.

Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.

Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda "İkindi kahvaltısı" asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi.

Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?

"Yusuf Atılgan"


Ariel Pink's Haunted Graffiti - Fright Night (Nevermore)

Burning Hearts - Into The Wilderness

Ewert & The Two Dragons – (In The End) There’s Only Love

21.01.2012

This Is Not A Love Song


Öyle zamanlar olur ki,
hayat bizi değiştirmeye çağırır.
Bu bir geçiştir,
tıpkı mevsimler gibi..
Baharımız çok güzeldi,
ama artık yaz da bitti,
sonbaharı kaçırdık
ve artık her şey soğudu.
Ve öyle soğuk ki,
her şey donmaya başladı.
Aşkımız uykuya daldı
ve kar amansızca üstümüze çullandı.
Ama karda uyuyakalırsan
ardından ölüm gelir.



"Paris Je T'aime" filminden bir replik


Coldreams - Morning Rain

Ms. John Soda - Unsleeping

90 Day Men - Last Night, A DJ Saved My Life

Laika - Go Fish

19.01.2012

Prestij Müzik VS Factory Records


Sevgili okuyucularımız/ okuyor gibi yapanlarımız/ kıraathanelerde Teksas Tommiks arasına TrashSurplus nüshası koyup gizlice okuyanlarımiz; TrashSurplus olarak Türk pop müzigi (ki popülerin bizdeki karsılıgı büyük oranda arabeks/fantaazi müziktir) tarihinin ilgi ve arastırma alanımızı "cebren without hile" ile işgal ettigini artık biliyorsunuzdur. Bir Cuma aksami Bostancı bölgesinde zar zor gerçekleştirdigimiz "beyin meltemi" sonucunda budutoryal kadro olarak bu ilginç konuya temas etmek kararı aldık ve bu kutsal görev bana nasip oldu. Yerimi yadırgayacağımı sanmıyorum, umarım hepimiz için doyurucu bir çalışma olur.

Prestij Müzik, türk "fantastik" müzik tarihinde oldukca seçkin ve özel bir parsaya sahip, aslında uzun soluklu sayılabilecek bir yapılanmadır. 90'ların ikinci yarısında, tamamıyla amatör ruhun hakim olduğu ve endüstriyel müzik anlayışının yerini sevgi, dostluk ve bağlılığa, sözlesme/ akit gibi bürokratik kaygıların da yerini iletişim ve beşeri ilişkilere bıraktığı bir kurum olarak uzun süre diğer plak şirketlerinin kabusu olan bu güzide kurum, şeffaf yönetim anlayışı itibariyle Britanya'nın belki de tüm zamanların en ilgi çekici oluşumlarından Factory Records'la örtüşen bir yapı sergiliyordu. "Aile" olgusunun kendilerine hitap şekli olarak ortaya çıkışı da, organizasyon içi dayanışma, karsılıklı güven ve güçlü bağlarla mümkün kılınmıştı, çünkü en büyük yatırım komünal bilince yapılıyor, en büyük emek kaynaşmaya gömülüyordu. Nitekim bu aile de gün geçtikçe genişliyor, dünya karalarının dörtte birinin hakimi olduğunu resmeden ve her ilkokul çocuğunun göğsünü kabartan o meşhur haritadaki Osmanlı İmparatorlu'ğu gibi Prestij Ailesi de müzik dünyasının tartışmasız hakimi oluyordu.

Prestij ailesinin, altın çağlarını yaşadığı dönem gerçek bir seri müzik fabrikası olmasının yanı sıra, öz ve üvey evlatlardan oluşan büyük bir aile oluşu Factory Records'a benzerliğinin bir başka referans noktasını teşkil ediyordu... Söyle ki, tıpkı Factory Records'daki gibi Prestij Ailesinde de şirketi döndüren ve iştirakın büyük bir kısmına hükmeden çekirdek kadronun (Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül, Alişan) yanı sıra, Angaralı Hatçe, Hamyet, Murat Yerebatan gibi IMKB 30'a direkt etki etmeyen, derinliği olmayan fakat piyasayı canlı tutan hisse senetleri de mevcuttu. Yine bu benzerliği tamamlayan bir başka bileşen, belli bir müzik janrını temel alarak (arabeks-fantazi-seks) bunun etrafında dolanan, fakat farklı müzik türleri ve daha bağımsız calışmaları da aynı catıda toplamaya gayret eden melez bir yapının kurulmaya calışılmasıydı. Çorbada bir nevi sanatsal kaygının da tuzu vardı. Nasıl Factory Records'ta "Madchester Scene" referans noktasını oluşturmus, New Order, Happy Mondays, The Stone Roses gibi gruplar en ön cephelerde yer almış ve nakit akışını büyük ölçüde üstlenmis, fakat Durutti Column, A Certain Ratio gibi farklı çalışmalar da barındırılmışsa, Prestij Müzik de yukarıdaki çekirdek kadroya ek olarak Feridun Düztaban gibi bağımsız, daha kendi halinde/mütevazi çalışmalara yer vermişti. Yani amaç sadece kendine çalıp oynayan bir topluluk değil, müzikal boyutta da var olan, geniş kanallı bir organizasyon yapısı oluşturmak, daha geniş bir yelpazeye hitap etmekti.

Bu iki kurumun önemli bir başka ortak noktası da telaffuz çeşitliliğiydi... Britanya'da geniş bir skalaya ve büyük farklılıklara sahip ağız/şive/aksanların sonucu olarak "faktori recirds", "faktiri records", "fakciriy rekoods", "faktoreyy rikooods" ve daha pek çok dillendirme biçimleri varolurken aynı durum Prestij Müzik için de geçerliydi. Bir kısım sanatçıları "Pirestij Müzik" derken, bir bölümü "Preştiz Müzik", başka bir bölümü "Preştij Müzik", eğer bir talk show veya röportaj esnasında tansiyonlu/ heyecanlı bir an ise can havliyle "Pre$tij Müjik" seklinde bağlı bulundukları organizasyonu adlandırmaya calışıyorlardı. Giderek büyüdüklerini ve mitoz çoğaldıklarını artan bu telaffuz kombinasyonlarından anlayabilirdiniz. Uzun bir süre çesitliliği 5 ile çarpıp ortalama sanatçı/grup sayısına ulaşabiliyorduk. Daha sonra bu hesaplama yöntemi matematik bilimine takıldı ve sözleşmeli sanatçı sayısı, permütasyon/kombinasyon hesabına göre maksimum olası-telaffuz sayısını aştı. (aslında yan yana 3 sessiz harf gelemez kuralını kaldırsaydık bu hesaplama bizi uzun bir süre daha götürürdü).

Tabii bu iki kurumun (hatta Osmanlı İmparatorlugu'nu da katarsak 3 kurumun) çöküş dönemi de birbirine benzedi. Prestij Ailesi tarafından bakılırsa çekirdek kadronun sorumsuz ve disiplinsiz davranışları, idmanlara geç gelmeler, yönetim içi entrikalar, ihanet, mali konularda olusan fraksiyonlar, fikir çatışmaları, kültür şokları, erozyona uğrayan ahlaki değerler ve farklı cemiyetlerde kaybolan aile fertleri sonucunda kurum dayanışması ve bağlarında çatlaklar meydana geldi, merkezi otorite zayıfladı. Aslında bu noktada Factory Records'dan bir farklılık ortaya çıkıyordu. Bu, Prestij kurumunun çiğ ve her türlü diş darbeye namzet bir dayanışmadan ibaret olduğu, ilk atakta düşürülebileceği gerçeğiydi. Haliyle Factory Records'a göre daha dramatik ve acılı bir son bekliyordu Prestij Ailesini. Gidenler zaten gitmişti, ortada büyük bir borç yükü vardı ve dahası şirketin kurucusu/sahibi amansız hastalık pençesinde boğuşurken vefa duygusu da firardaydı, istanbulda bir semt adı olmakla meşguldü. Sadece tek bir sanatçı (Ali Chan) bu son dönemlerde eski patronunun yanında oldu. Çekirdek aileden culture-slut olanı, cenaze törenine bile iştirak etmeyerek Prestij Ailesi'ni geçmişinden ne denli silmek istediğini kanırta kanırta gösteriyordu. Herkes batan geminin kalan son mallarını kotarmakla meşgüldü. Nitekim dinamolardan biri hissesini saç peruğu, bir başkası deri ceket koleksiyonu, bir başkası da boru tipi kot pantolonlar şeklinde likide ediyordu.

Şimdi arkadaslar, buraya kadar geldiğiniz icin teşekkür etmek isterdim. Ama kusura bakmayınız, hepiniz hasta ruhlusunuz. Biriniz de dur demez misiniz?! Sorgulayın bu adam beyhude beyhude nereye koşuyor, hangi anayon rüzğarına karşı işiyor? Yani bilmiyorum bu konuyu daha nasıl uzatayım, nasıl daha fazla malzeme çıkarayım, sinekten margarin yapayım. Tamam güzel gidiyorduk, tıpkı diğer 3 kurum gibi. Ama sonumuz da bir olacaktı tabii ki. Yanlış anlamayın şuç sizin değil. Şimdi bu suçun mimarları olan kalemsor arkadaşlarıma sesleniyorum: Ne bekliyordunuz? Yazıktır günahtır, hangi adem evladı böyle bir külfetin altına sokulmuştur? O Bostancı gecesi tüm içkilerin yekününü bana geçirdiniz sesimi çıkarmadım, kaldırabileceğim birşeydi. Ama bu mevzuyu saplamak hangi amaca servis eder? Meslek dışı hayatımda bu denli müşkül kalmanın yekününü ben nasıl tanzim edeceğim? Hayır, hepimiz zenciyiz, bu öfke ne diye? Trash oy oy oy, Surplus oy oy oy...

"local tony topaloğlu"

http://www.trashsurplus.com/

Ve o dönemlerden Factory Records etiketiyle çıkmış bir kaç kayıt. Afiyet olsun...


Stockholm Monsters - How Corrupt Is Rough Trade?

Revenge - Jesus ... I Love You (7" Edit)

Life - Tell Me

Northside - Take 5 [7'' Version]

The Wake - Something Outside

Biting Tongues - Compressor

Shark Vegas - You Hurt Me

18.01.2012

O Anlar


1957 Douglas Martin

ABD'de sadece beyaz öğrencilerin okuduğu Harry Harding Lisesi'ne kabul edilen ilk siyah öğrencilerden Dorothy Counts'ın okuldaki ik günü. Dorothy bazı öğrencilerin ona tükürmesi, yemek yerken üzerine çöp atmaları, ailesinin evine gelen tehditler gibi igrenç olaylara sadece 4 gün dayanabilmişti.



1960 Yahushi Nagao

Ocak 1960. Sağcı öğrenci, Japon Sosyalist Parti lideri Asanuma'yı öldürmeden çok kısa bir süre öncesi.



1963 Malcolm W.Browne

Budist rahip Thich Quang Duc, Güney Vietnam Hükümeti'nin din adamlarına yaptığı eziyeti kendini yakarak protesto ediyor. Rahip yanarak ölürken hiç ses çıkarmadı ve kıpırdamadı.



1968 Eddie Adams

Şubat 1968. Güney Vietnam Polis Şefi Nguyen Ngoc Loan, Viet Kong'lu olduğundan şüphelendiği genci öldürürken. Ölümün soğuk yüzü bu resimde tüm gerçekliği ile insanın kanını donduruyor.



1996 Francesco Zizola

Angola'daki iç savaşta öldürülen ve savaş psikolojisinde yaşayan çocukların ruh hali. Savaç denen saçmalıkta çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı.


Korallreven - Sa Sa Samoa (For Real For Sure For You Version)

Beat Culture – Before You Go

Caged Animals - All The Beautiful Things In The World

Spectral Park – Colours

Sleigh Bells - Born To Lose

17.01.2012

Her Korkunun Ardında Bir Dilek Vardır


Pazar günleri.. Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek...isterim hep.

Çocukluğun Soğuk Geceleri


Lower Dens - Brains

Simian Ghost - Wolf Girl

High Highs - Open Season

Jhameel- The Human Condition

Teen Daze - Let's Groove

16.01.2012

This is Madchester


Bugün konuk yazar köşemizde Uğur Kılıç var Manchester dönemi üzerine yazmış olduğu yazıya buyur ediyorum sizi.

Happy Mondays'in solisti Shaun yukarıdaki lafı (This Is Madchester) ettiğinde yeni bi akımın başladığını biliyordu. Zira 80 sonuna doğru Happy Mondays ve Stone Roses'un öncülüğünde sahneler alternatif müzikle kuşatılmış indie ve dans ritmleriyle esir alınmıştı.

Akımın öncüleri aslında Madchester öncesi indie kralları olan The Smiths, New Order, Joy Division gibi gruplardı. New Wave, Post Punk akımı yavaş yavaş yerini hafif ritmlere bırakıyordu. Tabiki bu dönemin başlangıcındaki en büyük etken Factory Records ve onun sahibi Tony Wilson'dı. 1982'de The Hacienda'nın açılmasıyla İngiltere'de bi çok şey değişecekti..

İlk albümler ve EP'ler dökülmeye başlamıştı Happy Mondays, Inspiral Carpets, 808 State ve Stone Roses İngiltere'de bir akımın kabullenişini sağlamıştı. Bu dönemde James kendi imkanlarıyla çıkardığı Come Home albümü ve içinde yer Sit Down adlı parça Manchester milli marşı haline gelmişti. Stone Roses ve Happy Mondays Top of the World seçmelerine katılmış, başarılı sonuçlar elde etmişti. Bu sırada The Charlatans ikinci 45'liği The Only One I Know klasikler arasına girmişti.

İndie anlayışı nedeniyle çokta gelir elde edemeyen Madchester grupları kısıtlı imkanlara rağmen başarı oranını giderek arttırıyordu. İngiliz basınının bu akımı kabullenmeyişi işleri daha da zorlaştırıyordu. Her şeye rağmen parçalar listelerde en üst sıraya tırmanmaya devam ediyordu. Happy Mondays Step On ile James Sit Down ile Happy Mondays Pills'n1 Thrills and Bellyaches ile Inspiral Carpets Life ile The Charlatans ise Some Friendly ile Madchester'dan çıkıp bir numaraya yükselen ilk grup olmuştu.

The Hacienda'nın başı çektiği gece kluplerinde uyusturucu pazarı o kadar sağlamdıki club alkolden para kazanamaz hale geldi. Factory Records'u zor günler bekliyordu. Eskisi kadar albüm çıkmıyor lâkin konserlerle birlikte Madchester altın çağını yaşıyordu. Kimse hemen ardından gelecek olan çöküş döneminin henüz farkında değildi.

Stone Roses Amerika turnesini iptal eder, Happy Mondays yaşadığı uyuşturucu sorunu yüzünden yeni albüm yapamaz, Factroy Records'un paraları suyunu çeler, The Hacienda kapanır, gece kulüpleri elektronik müzik devrini başlatır ve bir devir fazla uzun soluklu olamadan kapanır. Günümüzde James, The Charlatans, Inspiral Carpets gibi gruplar bu akımı dar bi kitleyle yaşatmaya çalışmaktadır.

Madchester'ın müzik dünyasında etkileri uzun süre hissedilmiş, alternatif müziğin parlamasında yardımcı olmuştur. Oasis, Blur gibi Manchester çıkışlı gruplar büyük başarılar elde etmiştir.

"annemlersizemisafirligegelecekte.blogspot.com"



The Charlatans UK - The Only One I Know

The Real People - Too Much Too Young

The Soup Dragons - I'm Free

Thousand Yard Stare - Buttermouth

Paris Angels - Oh Yes

The Farm - Groovy Train

12.01.2012

Meksika Sınırı


Tuhaf bir ruh halindeyim bu akşam. İçimde tarifsiz karabasanlar var sanki. Dışardaki soğuk içimdekinin yanında tarifsiz kalıyor. Odanın içinde yankılanan Joy Division plağı zor bir gecenin fon müziği olmaya devam ediyor. Oldum olası geceleri pek sevmem. En çok sevdiğim gece Bilge Karasu'nun Gece'si olmuştur hep. Ama sabahlar öylemi. Yeni bir doğum gibi, yeni bir günün haberciliğini yapıyorlar. Ruhum bu akşam benden uzaklarda sanki Meksika Sınırında. Aklıma geçmiş geliyor. Bu çoğrafyada ordu yönetime ikinci defa el koyduğunda 1 yaşındaydım. Bir kadına tüm kalbimle "Hayatımın Anlamı" dediğimde henüz 25'imden gün almamıştım. İki yanlışın bir doğru etmediğini yeni anladığımda ise otuzlu yaşların başındaydım. Şairin dediği gibi;

"Bir Meksika sınırı lazım her memlekete
Meksika’nın kendisine de"

Bir elinde kahve, bir yanımda Turgut geceyi bekliyorum. Bakın ne güzel demiş Üstad...

"İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını"
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara
öğleler kaba yaşanır, kalındır
akşamüstüleri ince hüzünlü
çiçekler alınıp verilebilir
sabahtır yalnızlık
nasıl sabah nasıl yalnızlık
ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır
var mıdır, vardır
vardır, ama çiçeklerle değil
kendi başına
zımpara taşı gibi acımasız...


Sanırım zımpara taşı gibi bir gece beni bekliyor...


Malcolm Middleton - No Modest Bear

Cobradukes - Airtight

The Troggs - Always Something There To Remind Me

Shriekback- Mercy Dash

Diri Ozanlar Derneği - FUGAZİ


1980’lerden beri ilkeli politik tavırlarından ödün vermeyerek, Hardcore müziğin bayrağını taşıyan bir grup Fuzagi. Halil Turhanlı’nın belirttiği gibi ünlü prodüktör Steve Ablini bir tarihte, Amarika’da yaptıkları müziğin plaklarının basıldığı vinil yada plastikten daha değerli olan sadece üç topluluğun olduğunu söylemişti. Slint, Jesus Lizard ve Fugazi.

Fuzagi bir dünya görüşü olarak tüketici müzik endüstrisinin çarklarından inatla uzak kalarak, basmakalıp klişelerden ve ucuz formüllerden kaçınıyor. Her zaman için maddi bir kaygı duymadan, gösterişsiz ve deneysel formüllere açık kalarak inandıkları müziği yapıyorlar.



Fugazi dörtlüsü dönemin Reagan-Bush Yeni Sağ dünya politikasının da etkisiyle Minor Threat ve Rites Of Spring topluluklarının küllerinden doğdu. Fugazi müziği punk’ın enerjisinin yanı sıra reggae, funk ve dub gibi tarzlardan da esintiler taşıyordu. Hatta onlar için “Amarika’nın Clash’ı”tanımı bile yapıldı. Fugazi müziğinin en önemli unsurlarından birisi de iki gitarcı ve vokalist arasındaki müthiş etkileşimdi. Hatta bu bileşim için “prank” diye bir kavram türetildi. Kısaca bu ilerici müzik punk ve progressive sözcüklerinin kaynaşımıydı.

Fugazi’nin en önemli özelliklerinden biriside, müzik endüstrisi ile uzlaşmaya yanaşmayan tutumlarıydı. Dönemin bir çok grubu dev plak şirketleriyle sözleşme imzalarken Fugazi inatla bu çarkın dışında kalıyordu. Bunun bir yansıması olarak topluluk izleyicileri ile çok güzel bağlar kuruyordu. Grup onları birer tüketici değil, birer dost olarak görüyordu. Dostlarının sırtından büyük karlar sağlamak istemiyorlardı. Bu nedenle de menajer, organizatör, ajans gibi aracı kişi ve kurumlara başvurmadan izleyicileriyle doğrudan ilişki kuruyorlardı. Konser ve turnelerini kendileri düzenliyor, plaklarını ve konser biletlerini piyasanın altında satıyorlardı. Bu tutumun yansıması olarak Fugazi bir çok Yardım konseri veriyordu. Ve bu konserler alışagelmiş konser salonu yada kulüplerde gerçekleşmiyordu. Örneğin Islah evlerinde konser veriyorlardı.

Fugazi’nin yarattığı kavramlardan birisi de “Straight Edge” terimiydi. Aslında bir Minor Threat parçası olan Straight Edge, genç insanlara sigara, alkol ve uyuşturucu kullanmamalarını, temiz yaşamalarını ve bedenlerine saygılı davranmalarını öğütlüyordu. Grubun bir yaşam biçimi olarak benimsediği bu kavram bir dikte değil, sadece bir öneriydi. Zamanla bu kavram grubun hayranları tarafından benimsendi. Örneğin Fugazi konserlerinde sigara içilmesi, slam dance ve stage diving gibi uygulamalar yasaktı. Topluluk tarafından konser esnasında bunların yapılmaması rica ediliyordu. Fakat bazı kesimler tarafından bu uygulama hoşgörüsüzlük ve sansürcülükle suçlanıyordu. 



Bu düşüncelerin aksine topluluk, diledikleri toplumsal ve siyasi konularda görüşlerini açıklamaları için konserlerinde sık sık mikrofonu dinleyicilere veriyorlardı. Aslında Straight Edge kavramının yaptığı “temiz yaşama” çağrısı, bir bakıma hardcore’un punk’a müzikal düzeyde gösterdiği tepkinin politik-kültürel alandaki uzantısıydı. Aynı zamanda, 1990’larda beliren, yenilgiyi peşinen kabullenen ve tıpkı punk gibi özyıkıma yönelen Grunge’ın eleştirisiydi. Fugazi temiz yaşamayı dirençli olabilmek, karşı koyabilmek ve yarın için umut taşıyabilmek bakımından zorunlu sayıyordu.

Kısaca bir özet geçersek Fugazi, 1980’lerden beri yüksek düşünceli bir idealizmin sözcülüğünü yapıyor. Yeni Sağ’ın hayatlarımızdan kovduğu kardeşlik, dayanışma, yardımlaşma, başkalarının acılarına duyarlı olma gibi duygu ve kavramları yüceltiyor. Amerikan yer altı müziğinin en ilkeli ve en politik topluluklarından biri olan Fugazi’nin sesine mutlaka kulak vermek gerekiyor.

Ayrıca bu yazıyı hazırlarken Halil Turhanlı’nın “Ütopyanın Sesleri” kitabından faydalandığımı özellikle belirtmek isterim.


Fugazi - Waiting Room

Fugazi - Give Me The Cure

Fugazi - Turnover

10.01.2012

Guernica


İspanya iç savaşı sırasında Faşist General Franco'nun anlaştığı Nazi Almanya'sına ait 28 bombardıman uçağı 1937 tarihinde Guernica şehrini bombaladı. Sivil halk üzerinde yapılan bu katliam sırasında tahmini 250 ila 1500 kişi arasında bir insan hayatını kaybetmiş ve çok sayıda kişi de yaralanmıştı. İspanyol hükümeti, Paris'teki 1937 Dünya fuarı için İspanya'ya ayrılan bölümde sergilenmek üzere, Pablo Picasso'ya büyük bir duvar resmi sipariş etti. Bu saldırıdan çok etkilenen Picasso 15 gün içinde Guernica ismini verdiği 3,5 metre yüksekliğinde ve 7,8 metre genişliğinde olan bu resmi tamamladı. Guernica aslında savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi üzerine destansı bir çalışmadır. Resmin siyah beyaz olmasının nedeni, bombardımanın gece yapılması ve ani gelen ölümü anlatmasıdır. Paris'te bir nazi subayı Picasso'ya sorar "Sayın Picasso bu tabloyu siz mi yaptınız?" Picasso şöyle der "Hayır siz yaptınız."

1936 yılında sıcak bir Ağustos ayında

"Gidiyorum aramaya suyu bilmeden
beni çürütecek ışık yüklü denizleri"

dizelerinin sahibi ünlü şair ve oyun yazarı Fedorico Garcia Lorca 38 yaşında yine faşist Franco'nun adamları tarafından öldürülüyordu.

Yıllar sonra Turgut Uyar ise şöyle diyordu:

"Ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz"
diyor birisi, evet ama
hayatı uzatır sanki
sanki ama ne adına
hayatın kendi adına
sonsuz bir törenle susuyorum
sonsuz dirim için, o sonsuz adama"

İnsanca ve onurlu yaşamak neden bu kadar zor oluyor bazen...


Adorable - Homeboy

Emily Haines and The Soft Skeleton - Our Hell

The Postmarks - 7.11

22 Yıldır Aşk Yok Memlekette


İki çay söylemiştik orada, birisi açık
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni...

Cemal Süreya'nın ölümünün 22'nci yıldönümüydü dün. Can Yücel'in dediği gibi 22 yıldır aşk yok memlekette.


TV Girl - If You Want It

Furniture - One Step Behind You

The Luyas - Too Beautiful To Work

9.01.2012

Bu Atla Benim Hiçbir Alakam Yoktur



Duyuru:
7 Nisan 1986 tarihinde Beşiktaş 6. noterliğinde 26305 yevmiye no'da kayıtlı sözleşme ile Tümer Altuntaş süpervizör, menejer ve prodüktörüm oldu. Taç Plak namına yeni yaptığım "Barışmaya Alıştık"isimli uzunçalar ve kaset kapağında kullanılmak üzere fotoğrafımı çektirdiğim halde Tümer Altuntaş at resmi kullanmıştır. Bu at ile benim hiçbir alakam ve ilişkim yoktur. Bundan dolayı kendisini protesto eder, gerekli hukuki muameleye başladığımı ve bundan böyle yalnız çalışacağımı üçüncü kişilere ve sayın halkımıza saygı ile duyururum. Metin Kaya

Şarkıcı Metin Kaya, "Barışmaya Alıştık" isimli plağının kayıt aşamasını tamamlamış, kapak için havalı bir resim çektirmişti. Artık büyük bir hevesle plağın piyasaya çıkacağı günü bekliyordu. Ama prodüksiyonu eline geçtiği anda neye uğradığını şaşırdı. Kapakta kendi resmi yerine bir at resmi vardı. Hemen "menejeri, süpervizörü ve prodüktörü" Tümer Altuntaş aleyhinde dava açtı, gazetelere ilanlar verdi. Metin Kaya'nın ifadesine göre Altuntaş, ilk görenin bile tipinden anlayacağı gibi "cins" biriydi. Zaten "niye böyle yaptın?" sorusuna da "cinslik olsun" diye cevap vermişti. Kaya'ya hiçbir şey koymuyordu da , kendisiyle eşin dostun kafa bulmasına, annesinin babasının "bari köpek resmi koydursaydın" demelerine hasta oluyordu.

"Yeni Gündem, 4 Ağustos 1986" Hazırlayan Derya Bengi



Ve birkaç hayvanlı şarkı...

Ratatat - Wildcat

The Stone Roses - Elephant Stone

Pixies - Monkey Gone To Heaven

Uncle Tupelo - I Wanna Be Your Dog

Bunalımlar - Taş Var Köpek Yok

Haydi Korkarak Vinç Yapalım


n'olur bir bebek alalım oyuncakçıdan
karnına bastıkça "bi dakka" desin,
şeye gidelim, içaçan'a, ordan dönünce
ikinci ev çıksın karşımıza, soldan.
amerika aile dramlarını işleyen filmler vardır,
taşra illerinde geçer, falan;
bir sürü de ev vardır seyrek seyrek
öyle bir evin kapısından girelim:
kader sokak, 13/2
adresim oldun benim,
biliyorsun bunu değil mi?

alınyazım oldun
(n'olur alalım)
korka korka çaldım kapını
(bir bebek alalım)
ne yapayım sevdim seni
("bi dakka" desin)
eline ayağına düştüm
(karnına basınca desin)
sensin artık ne varsa:
aşktı, kavgaydı, uzak yerler özlemiydi
(alalım, n'olur, bir bebek
gözlerinde bizim bakışımız olsun)
kan-revan sevişelim
s. hanım, n'olur, gelmesin
tutarsızlık deme bir daha
bizim sigaralarımız birbirini tutmuyor
bir bebek alalım çarşıdan
çay kahve içsin
çay dedim de aklıma geldi
şeker eksiği giderilsin;
sigara dedim de aklıma geldi
sigara bas parmağıma
yansın parmağım cızz! desin
benim ceketim askıda
böyle yıllarca beklesin
gömleğin eteğinin içinde
yüzyıllarca...
çamaşırlarımız tutkuyla çıkarılmış
aşkla sıyrılmış çamaşırlarımız
dört kat çimenin üstünde
ve çarpınan bedenlerimizin altında
ve yaşlı, hoşgörülü aynanın karşısında
ve saatimi mutlaka çıkarmalıyım bundan böyle
ne diyordum, işte çamaşırlarımız
dalgalanan etimizin altında
ezilsin böyle binyıllarca
bir kokun var senin: iksirdir
yaptığın çay iksirdir
içindeyken senin, ne içindeyim
birtakım yapraklar içindeyim
(n'olur al bir bebek çarşıdan
maltepe desin
kahverengi desin
yumurta desin
bir sınır hediyesi desin)
geldim işte vurdum kapıyı
birdenbire seni!
sessizce
güvenli ama hüzünlü
hüzünlüyse de güvenli
bir orman perisi gibi
bir ağaç gibi, dalını
nereye uzatacağını bilen.
sonra iki yudum konyak
koltuklar sadakat dolu
sehpanın sarılışı ise
sanma ki başka şeyden
sevinçten, yavrum,
sevinçten sevinçten
vinç! diye öter sevinç kuşu
n'olur al bir bebek
karnına basınca vinç! desin
basmayınca da vinç! desin
ben böyle düşünüyorum
senden ne haber?

Karanlık bir Ankara sabahına beton gibi bir Cemal Süreya şiiri ile başlamak. Mutlu Pazartesiler...


Inspired and the Sleep – Running

Allo, Darlin – I Wanna Be Sedated

La Sera - Please Be My Third Eye

Bubblegum Lemonade – You Only Leave Twice

7.01.2012

TUXEDOMOON


Herşey 1977 yılında San Francisco City College'de iki arkadaşın tanışmasıyla başladı. Tuxedomoon ABD'de en ateşli günlerini yaşayan dönemin punk aleminin bir parçası olarak evrimini başarıyla tamamladı. Ama diğer grupların aksine çiğ saf bir punk yerine elektronik aletleri kullanmadaki hünerleri onları çağdaşları arasından sıyırmaya yetmişti. En büyük dikkati çekmeleri 1978 yılında yayınladıları tedirgin ve nabız atışlarını zorlayan No Tears parçaları sayesinde oldu. Bir çok eleman değişikliklerine rağmen Tuxedomoon uzlaşmaz tutumlarından taviz vermeyerek ve yeniliklere açık kalarak çalışmalarına devam ediyorlar.


Tuxedomoon - In A Manner Of Speaking

Tuxedomoon - No Tears

4.01.2012

Hayat Bilgisi



Kadınlar mı daha çok acıtır, lodos mu?


Frankie Rose - Know Me

Foxes – Home

Clock Opera - Once And For All

2.01.2012

Power, Corruption & Lies


Her nasılsa ruhu sokağa düşmüş, mutlu kaybedenlerin sesiydi New Order'ın 1983 tarihli Power, Corruption & Lies albümü. Mojo tarafından hazırlanan cover albümünde The Golden Filter, Destroyer, Tarwater, Errors, Fujiya & Miyagi gibi heyecan verici bir çok isme yer verilmiş. Albümün tracklisti şu şekilde;

1 The Golden Filter – “Age of Consent”
2 Tarwater – “We All Stand”
3 Errors – “The Village”
4 S.C.U.M. – “586″
5 Fujiya & Miyagi – “Your Silent Face”
6 Seekae – “Ultraviolence”
7 Walls – “Ecstasy”
8 Destroyer – “Leave Me Alone”
9 Biosphere – “Blue Monday”
10 Zombie Zombie – “The Beach”
11 Lonelady – “Cries & Whispers”
12 Anothers Blood – “Lonesome Tonight”
13 K-X-P – “Murder”

Bu yeni yılın ilk pazartesinde kendinizi hala biraz hissediyorsanız bu sese kulak verin. Mutlu Pazartesiler...


Destroyer – Leave Me Alone

S.C.U.M – 568
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...