31.05.2012

Bir Sonbahar Akşamı


Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her madenin ıslık çaldığı bir vapurda Adalara gidip gelirim. Akşamüstü bazen Köprü´nün ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür, biz, bu hakikî şehrin sakinleri, tiyatro seyircileri gibi sessiz, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz. 

Sensiz sonbaharın ne tadı olabilir? Bütün kara parçalarında Afrika dahil..

Büyük şair Cemal Süreya'nın dediği gibi:

Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil...



Paolo Nutini - Autumn

Tindersticks - This Fire Of Autumn

30.05.2012

Göz


Büyük şairin dediği gibi "Gözlerin gözlerime değince, felakatim olurdu ağlardım."

Gözler felsefenin organik prototipidir. Gözlerin gizemi, yalnızca görmekla kalmayıp kendilerini görürken görebilmeleridir. Bu, bedenin biliş organları arasında öne çıkmalarını sağlar. Felsefi düşünmenin önemli bir kısmı gerçekte yalnızca göz refleksidir, göz diyalektiğidir, kendini görürken görmektir.

"Peter Sloterdijk"

Manic Street Preachers - Can't Take My Eyes Off You

Edwyn Collins - In Your Eyes

The Like - I Can See It In Your Eyes

29.05.2012

Yarım Yamalak

Her zaman oturduğum kitapçının arka bahçesinde çayımı yudumluyordum. Ilık ve yumaşak bir ses duydum. "Oturabilirmiyim" Gözlerimi çevirdim bir Jean Seberg asilliği ile karşımda duruyordu. Tanımıyordum. Gözleri ve hırkası aynı renkti. Yeşil. Karşıma oturdu. Gözlerine baktım, o da benim gözlerime. Gözlerinde yaşanmış bir hüznün bıçak keskinliği vardı. "Senin hikayen nedir, neden bu kadar üzgün bakıyorsun " diye sordu. Boşver dedim. "Senkronize bir yalnızlığın gözlere yansıması" diyerek gözlerimi kaçırdım. Artık gözlerim gökyüzüyle ufkun seviştiği o noktadaydı.

"Boşver aşık olmak kadar bu aşkı sürdürülebilir kılmakta çok zordur" dedi. Tekrar gözlerimi ona doğru çevirerek "Bir rüya gördüm hepsi o kadar" dedim. Ne farkeder aslında hepimiz aynı dişlinin dönüp duran çarklarıyız. Herşey yarım yamalak bütün kıtalarda, Afrika dahil. Sonra kalktı vedalaşıp gitti. Onu bir daha görmedim.

Tindersticks - Dying Slowly

DJ Shadow - Six Days

Feist - I Feel It All

28.05.2012

Sevgiden öte sürekli ölüm


Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Gabriel Garcia Marquez'in hayata, yaşama, çaresizliğe ve ölüme dair geniş bir hayal gücünün eseri olan 12 öyküden oluşuyor. Kitabı ilk okuduğumda çarpılmıştım. Ustanın insana dair gözlemleri cam kenarı şoför arkası tadındaydı. Hava ise Güney Amerika'ya özgü karanlık, korkuyu ve yağmuru beklerken tedirginliğinde. Benim en sevdiğim öyküler ise ilk öykü "Nabo, Melekleri Bekleten Zenci" ve kitaba ismini veren son öykü. Benden size tavsiye, artık baskısı olmadığı için kolay kolay bulunmayan bu kitabı bir yerlerde bulursanız mutlaka okuyunuz.

"...Güzel okullarda okuyacaktım kafelerde oturacaktım.
Pahalı tatlıları yarım bırakacaktım güya
Puanım yetmedi nezakete bir de küstahlığa.
Yurda verdiler.


İnsan her şeye alışıyor derlerdi.
Bense bir aşk bir de diş ağrısına
Alışamadım derdim alıştım
Yaşayamam derdim. Öyle bir yaşarsın ki
Anne olursun öldürerek kendini.
Anne oldum...."

"Murat Küçükçiftci"

Günün Dinleme Önerileri:

- Desire "Under Your Spell"
- Wire "Marooned"
- The Fall "I'm Frank"
- Frankie Rose "Night Swim"
- Gülden Karaböcek "Dilek Taşı"

Günün Filmi:


Nicolas Winding Refn - "Drive" (2011)

Hepinize Mutlu Pazartesiler..


College feat. Electric Youth - A Real Hero

Desire - Under Your Spell

Jeremy Jay - Gallop

27.05.2012

Biraz da sinema: Lawn Dogs



Birçok festivalde ödüller kazanan Avustralya asıllı John Duigan'ın "Lawn Dogs" filmi saf bir dostluk ve arkadaşlık filmi aslında. Camelot Gardens, lüks evlerin bulunduğu seçkin bir site. Siteye yeni taşınan Stockard ailesinde baba Morton politikaya atılmayı düşünen bir işadamı, anne Clare ise hayatın anlamını genç erkeklerde arayan bir kadın. İkisininde 10 yaşındaki kızları Devon'a ayıracak zamanı yok. Devon'da yaşıtı çocukları aptal buluyor. Sitenin havası da, düzgün çimleri de o civarda çocukların yaşadığına dair en ufak bir ipucu vermiyor zaten. Devon anne-babasının çıkarcı ve ikiyüzlü yaşamlarının farkında aslında. Amcası ona ormanda yaşayan Baba Yaga adlı bir büyücünün hikayesini anlatıyor.

Devon, bir gün Baba Yaga'yı aramak için yakındaki ormana dalıyor. Baba Yaga yerine karşısına ormanda kaçak park etmiş eski püskü bir karavanda yaşayan Trent ( Sam Rockwell) çıkıyor. Sitenin o görkemli hayatının arkasında yaşayan tek fakir kişisi Trent Burns, hayatını Camelot Gardens çimlerini biçerek kazanıyor. Düzenli olarak geldiği bu rüya şehrinde dışlanan ve hakarete uğrayan tek kişi. Duygusal bir arayış içinde olan, hayalpereset, büyümüşte küçülmüş Devon ve kendini ciddiye almayan, hayata karşı cesur, umarsız Trent, birbirlerinin yaralarını keşfederek, dert ortağı ve arkadaş oluyorlar. Bir anlamda bu yabancı dünyada birbirlerinden teselli buluyorlar.



Devon'un ailesi kızlarının en yakın arkadaşının yetişkin bir adam, dahası para kazanmak için sitelerinin çimlerini biçen birisi olduğunu öğrenince fena bozuluyorlar. Devon ormanda aradığı karanlık kişiliğin aslında kendi çevresinin, hatta belki de kendi ailesinin bir parçası olduğu düşüncesine varıyor...

Tıpkı Goethe'nin dediği gibi  "Dağınık zihinler bulmak için tımarhaneye gitmeye gerek yok. Gezegenimiz evrenin tımarhanesidir."

Bob Dylan - Knockin' On Heaven's Door

Bruce Springsteen - Dancing In The Dark

Alannah Myles - Black Velvet

25.05.2012

Sen gittin ve herkes ölmeye başladı



Sen gittin ve herkes ölmeye başladı...

Love Story tadında başlayan bir Filmi Potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. Çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. Belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. Ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.

Sen gittin ve herkes ölmeye başladı...

Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. Sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. On iki yıl geçti susmak ne kısaymış. Sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. Sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.

"Emrah Serbes"

Soulsavers - Longest Day

Taken By Trees - Too Young

NO Blues - Ya dunya

23.05.2012

Monterey 1967 "Aşk Yazı"


California'nın Monterey şehrinde 16-18 Haziran 1967 tarihinde, toplamda yaklaşık 200.000 kadar dinleyicinin katıldığı Monterey Pop Festivali yapılmıştı. O dönem özellikle çiçek çocukların etkisiyle görkemli bir yazın yaklaştığı önceden belli oluyordu. Yapılacak bu festival için müzisyenler herhangi bir ücret talep etmeden gönüllü çalmışlardı. Festivalde rock, folk, soul, blues, psychedelia, pop hatta hint müziği gibi bir çok alandan müzisyenler bir araya gelmişti.

Özellikle sonradan birer efsaneye dönecek isimler için bu festival ciddi anlamda kendilerini gösterdikleri ilk yer oluyordu. Örneğin Janis Joplin ve o dönem İngiltere'de meşhur olup, Amerika'da pek tanınmayan Jimi Hendrix. Ayrıca bu festival sayesinde The Who, ABD'deki ilk konserini verdi; Jefferson Airplane ise devler ligine hızla yükselişini perçinledi. Bu açıdan Monterey bütün bu müzisyenlerin buluşması tanışması açısından önemli bir mekan olarak dikkatleri üzerine çekti.



Bu festivalin bir diğer önemi bugün Google logosunda yazan Robert Moog'un 78'inci doğum gününü belirten Moog synthesizer'ların ilk defa kullanılmasıydı. Bu festival sayesinde rock müzik yeni bir müzik aletiyle tanışmış oldu.1966 yılında Robert Moog tarafından geliştirilen Moog elektronik müziğin öncülerinden Paul Beaver ve Bernie Krause tarafından tanıtılmak üzere Monterey'e getirildi. Daha sonra birçok müzisyen bu efsane aleti kullanacaktı.

Bir yıl sonra Monterey Festivali'nin ikincisi yapılmak istendi, fakat şehrin yöneticileri buna izin vermedi. 1967 yazı tatlı bir hatıra olarak hafızalarda yer etmişti. Öyleki sonraki yıllarda yapılan hiçbir festival bu sıcaklığı ve samimiyeti yakalayamamıştı. Hatta 2 yıl sonra yapılan Woodstock bile ticari amaçlı gerçekleşmişti. Çünkü Monterey Festivali'inde insanlar saf sevgiye, kardeşliğe ve barışa inanmışlardı.

O yüzden bu çok kısa hayatta kimseyi kırmadan; sevin, sevilin, sevişin...

Jefferson Airplane - White Rabbit

The Who - My Generation

Otis Redding - Sittin On The Dock Of The Bay

Biliyormusun


Biliyormusun aramızdaki hesabı kapattım. Borcumu ödedim, üstüne yüklü bir bahşiş bıraktım. Artık aramızda dağlar, sıra sıra dağlar var. Artık aramızda çok kalın çizgili sınırlar var. Biliyormusun bir anı geliyor bir başka anının yerine geçiyor. Bir gemi kalkıyor bir limandan, bir başka gemi yanaşıyor limana. 

Son defa Kazancı Yokuşu'ndan çıktım, Haliç'te gün batımını izledim. Dedim ki kendi kendime "hala yaşıyorum be hayat." Biliyormusun giderek azalacağız biz, taki tükeneceğimiz güne kadar. Hepsi bu kadar mı? Evet bu kadar...

Ian McCulloch Featuring Elizabeth Fraser - Candleland

Jesus & Mary Chain - Sometimes Always

The Monochrome Set - He's Frank (Slight Return)

22.05.2012

En iyi 10 minibüs şarkısı


Benimde yazar ekibinde bulunduğum BirinciBlog sitemiz tam gaz devam ediyor. Çetedeki ekibin arasında  müthiş bir kimya tutturduk. Bugün Birinciblog'a yazmış olduğum yazı için buyrun bakalım.

BirinciBlog olarak hizmette sınır tanımıyoruz. Tamamen organik Damderesi Bal’ın yanında çocuklarımız yesin diye polen, ek olarak karışık bir kaset hediye ediyoruz. 70′li yıllar nostaljisinde dolmuşa, minibüse binemeyen arkadaşlara, bu atmosferi evinde yaşamak isteyenlere ortaya karışık bol acılı bir kaset hazırladık. Günümüzde metro, metrobüs ve belediye otobüslerine yenilen minibüsler artık o eski zamanların havasını taşımıyor. O zamanlarda şehir trafiği, para uzatma seansları, indi-bindiler, ayakta kalmak, yer vermek, bıçkın muavinlerin tadı bir başkaydı sanırım. Müziği, deyimleri, oturma biçimleri, ücret ödeme sistemi ile kendine özgü bir minibüs kültürü vardı o dönemlerim. Örneğin parayı arkadan öne doğru uzatmak törensel bir ritüeldi ve bunu kuralına uygun yapmamak çok ayıptı. Ayrıca sürekli şoförün “arkada yer var” demesine rağmen, arkada hiçbir zaman yer olmamıştır. Bütün bunlara ilaveten bindiğiniz minübüsün yolcu alma kapasitesi sonsuzdur ve şoförün tamamen yaratıcılığına kalmıştır. Polis çevirmelerine yakalanmamak için yapılan çökmeli-kalkmalı jimnastik egzersizlerinin tarifi ise imkansızdır. Elbette meşhur minibüsçü sözlerini ve yazılarını da es geçmeyelim. Örnek isterseniz şöyle buyurun:

 “Gidişine kızlar, duruşuna yollar hasta”
“ Rampaların ustasıyım gözlerinin hastasıyım”
“ Önünü görmeden sollama, eve acı haber yollama”
“ Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza!”
“ Kuzu kurdun, yol Ford’un”
“ Gözlerin güzel ama bakmasını bilmiyorsun”
“ İstedim vermediler; sen şoförsün dediler!”
“ Dünya delikanlı olsaydı yuvarlak olmazdı.”
“ Yaklaşma toz olursun, geçme pişman olursun.”
“ Bir sabah uykusuna doyamadım bir de sana”
“ Alırsın Ford, olursun Lord”
“ Bana öyle melun melun bakma güzelim biliyorum birazdan sen de ineceksin”



Şimdi asıl konumuza dönelim ve en iyi on minibüs şarkısına göz atarak, karışık kasetimizi hazırlayalım.
  
1- Orhan Gencebay “Hatasız Kul Olmaz”

Minibüs karışık kasetinde her ne kadar Orhan Gencebay’ın “Bir Teselli Ver”, “Batsın Bu Dünya”, “Kaderimin Oyunu”gibi klasiklerine rahatça yer verilebileceğimi bilsemde ben oyumu Hatasız Kul Olmaz’dan yana kullanıyorum. Orhan Gencebay’ın müziği kimilerine göre her ne kadar tam olarak arabesk kategorisinde değerlendirilmese de minibüs kültüründe önemli bir yeri vardır. Öyle ki minibüste Orhan Baba çalıyorsa şarkı bitmeden inmek abes karşılanır.
  
2- İbrahim Tatlıses “Ayağında Kundura”

Asıl adı İbrahim Tatlı olan Tatlıses, 70’lerin sonunda yakaladığı şöhreti bu güne kadar getirmeyi başarmış önemli bir isim. Müzik, sinema, ticaret derken çalkantılı özel hayatı her zaman yaptığı müziğin bir adım önünde yer aldı. Seveni kadar, sevmeyeni de çok olan güçlü bir sesti Tatlıses. Sevenleri onda bir Yılmaz Güney figürü görüyorlardı. Ama bu başarıda temel nokta hiç okula gitmeyen, şöhrete ulaştığı yıllarda henüz okuma yazma bilmeyen bu adamın sıfırdan zirveye nasıl çıktığının görkemli hikayesiydi. Yıllarca bu ülkede bağrı yanık Anadolu delikanlıları onun gibi olmak için hayaller kurdular. Listeye “Sarhoş”, “Ağlıyorum Kahrımdan”, “Acı Gerçekler” gibi klasikleri es geçerek Ayağında Kundura’yı alıyorum.
  
3- Müslüm Gürses “Kaç Kadeh Kırıldı Sarhoş Gönlümde”

Listenin beki de  en ağır parçası. Bu parça eşliğinde minibüs camına kafa atan insanlar olduğu bir şehir efsanesi gibi kulaktan kulağa yayılır. Bir dönem Orhan Gencebay entelektüellerle, İbrahim Tatlıses köşeyi dönmeyi kafasına koymuş yeni nesil burjuvaziyle flört ederken, Müslüm Gürses arabeskin çekirdeğini oluşturan yoksul ve ezilenlerin sesi oluyordu. Kendine özgü tarzıyla zamanla bu yoksul kesimden şehirli rockçı gençliğe kadar dinleyici kitlesini genişletti. Cemal Süreya arabeskin üç devini, üç ünlemle tarif eder. Gencebay “Of!”, Ferdi Tayfur “Ah!”, Tatlıses “Allah Allah!”tır. Müslüm Gürses ise tıpkı Derya Bengi’nin dediği gibi “Oooof of!”tur.

4- Hakkı Bulut “Ben Buyum”
 
Her şeyin özelleştirildiği bir zamanda devletin arabeski devletleştirme politikasına istemeden alet olmuş bir isim Hakkı Bulut. “Seven Kıskanır” parçasını cilala ve yirmi yıldır arabeskin yasak olduğu devlet televizyonuna çıkar. Oysaki bu “Acısız Arabesk” projesi millet cephesinde bir fiyasko olarak sadece hatıralarda kalmıştır. “Henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum.” Daha ne olsun..

5- Ferdi Tayfur “Huzurum Kalmadı”

Ferdi Tayfur arabeskin ağlayan, inleyen,  hıçkıran sesi olarak diğer isimlerden farklı bir yapıya sahipti. 16 yaşında şarkıcı olmak üzere İstanbul’a gelmiş, fakat şöhreti ancak 30’lu yaşlarda yakalayabilmişti. Çıkışını “Çeşme” parçası ile yapmış olsa da minibüs aleminde “Huzurum Kalmadı”, Quuen’den bir “We Are The Champions” kadar popülerdir.

6- Ümit Besen “Nikah Masası”

Sevdiği bir kadını başkasına kaptıran ve buna şahit olan minibüscü kardeşimizi arızaya bağlatan şarkıdır. Böyle bir durumda günlerce bu şarkı çalabilir taki kaset artık yalama oluncaya kadar. Kaybeden ruhların sesi olan Ümit Besen Türkiye’deki piyanist şantör geleneğinin babasıdır bir anlamda. Ümit Besen dinleyen üzgündür, yorgundur, kırgındır ve en önemlisi sürekli kaybedendir. Ustanın “Okul Yolunda” parçası ise benim kişisel favorimdir.

7- Cengiz Kurtoğlu “Kadehi Şişeyi Kırarım”

“Gelmeyin üstüme sakın gelmeyin dostu arkadaşı kırarım bugün
Gözümde anılar canlandı yine kadehi şişeyi kırarım bugün..”

Daha fazla sözle ne hacet. Tertemiz aşkların gönüllü sponsoru Cengiz Kurtoğlu.

8- Gülden Karaböcek “Sürünüyorum”
 
Gülden Karaböcek listenin tek bayan ismi ve benimde Türkiye’de en beğendiğim seslerden biri olarak kaseti onurlandırma şerefinde bulunuyor. Ablası Neşe Karaböcek’in yolundan giden Gülden Karaböcek “Dilek Taşı” ve “Sürünüyorum” gibi klasiklerle rakı sofraları kadar, minibüs ortamlarını da renklendirdi. Ama her şey bir yana Gülden Karaböcek çok iyi bir şarkı yazarı olarak hep gönlümüzde yer aldı.

9- Neşet Ertaş “Mühür Gözlüm”

Özellikle İç Anadolu yöresinin minibüs camiası için Neşet Ertaş ismi bir efsanedir. Kimi aşık yeniyetme minibüs şoförlerinin bu şarkı esnasında derin hülyalara dalıp ters yola bile girmişlikleri vardır. Her şey bir yana Kırşehir’li halk ozanı ve bozlak ustası 60’lı yıllardan itibaren sayısız güzel kayda imza atarak ne kadar büyük isim olduğunu gösterdi. “Mühür Gözlüm”, “Zahidem”, “Neredesin Sen”, “Gönül Dağı”, “Kendim Ettim Kendim Buldum” ne büyük eserlerdir. Ama siz ‘siz olun’ Nil Karaibrahimgil gibi “Neşet Ertaş kimdi!” Deme gafletinde bulunmayın.

10- Dursun Çiğdem “Şiki Şiki Baba”

Geldik listenin en afili parçasına. Kambersiz düğün olmaz misali Şiki Şiki Baba’sız bir minibüs çıplak gibidir. Özellikle “Atla Gel Şaban” filmi sayesinde büyük bir üne kavuşan parçanın orjinalinin bir balkan parçası olduğu söylenir. Seyyal Taner, Ümit Besen gibi isimler bu şarkıyı söylemiş olsa da en meşhur olanı Dursun Çiğdem tarafından yapılan yorumudur. Son dönemlerde Ciguli, hatta dünyaca ünlü müzisyen Beirut tarafından bile yorumlanmıştır.

Bu yazıya bir son söz gerek diyorsanız. Buyrun size son söz: “Haydi Aksaray Aksaray kalkıyor..İlerleyelim abiler, ablalar…”

Gülden Karaböcek - Sürünüyorum

Orhan Gencebay - Aklım Takıldı

Gecikmiş yalanın erkenleştirilmesi


Kendimden ayrılıyorum. Gece bitmek üzere. Uyumaya geçiyorum. Yalan arkamda kalmıştır, tam gerçeklik içinde dimdik gerçek olmuştur.

Uyandıktan sonra önümde birçok yalanlar isterim. Hazırlayınız. Ben onları gerçek kılmasını biliyorum. Beni irkilten, arkamda kalan yalan ile önüme dikilen gerçektir. Böyle birşey olmaz bence. Önümüzdeki uykuyu gerçekten saymıyorum. Çünkü zor zoruna uyuyorum. Uyku gerçek olsa insanla yüzgöz olur mu, yılışır mı, gidip gelir gene gider mi? Uyuyorum , ama nasıl? Uykuyu nasıl kandırdığımı, yakaladığımı benim bile aklım almıyor. Bunu bana bile soramazsınız.

My Roaring Twenties – Red Carpet Wedding

Toro Y Moi – Sad Sams

DJ Shadow - Organ Donor

21.05.2012

Sen balık değilsin ki


Suyun yolunu kesersin, kum çuvalları dizersin, beton örersin; ama ne yapar ne eder, bir yandan bi çatlak bulur ve özgürce akmaya devam eder su. Yolculuğu her seferinde başka engellerle karşılaşacak, bulanacaktır elbette ki...Bu hep böyledir ve bundan dolayı çok kıymetlidir. Tatlısu kaynaklarının hızla tükendiği bir dünyada gelecekte su yüzünden korkarım ki savaşlar çıkacak, insanlar ölecek...

"büyük balık küçük balığı
yutar demişler
bok yemişler
onu sardalyeler 
düşünsün
sen balık değilsin ki"

Günün dinleme önerileri:
- Camera Obscura "Keep It Clean"
- Interpol "Slow Hands"
- Taraf de Haidouks "Caroline"
- Kate Bush "Moving"
- Tindersticks "Medicine"

Günün Filmi: 


Metin Erksan "Susuz Yaz"

Hepinize Mutlu Pazartesiler...

The Magnetic Fields – Quick!

Mirror Lady – Hands Are Tied

Teen Image – Judewaves

20.05.2012

Yakın gelecek


Gelecekte bir gün gelecek derler. Gelecek üzerine o kadar çok söz söylenmiş ve kurgu yapılmıştır ki. Bu gelecek kurgusunu yapan, söylemlerinde iki farklı görüşü benimsemiş yabancı olmadığımız iki insandan bahsetmek istiyorum. Huxley ve Orwell. 

Orwell'in öngörülerine göre: Dıştan dayatılan baskının bize boyun eğdireceğinden, kitapların yasaklanacağından, enformasyonsuz bırakılacağımızdan ve hakikatın sürekli bizden gizleneceğinden bahsediyor.

Huxley ise insanların süreç içinde üzerlerindeki baskılardan hoşlanmaya, düşünme yetilerimizi sıfırlayan teknolojileri yüceltmeye başlanılacağını, kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağını çünkü artık kitap okumak isteyen kimsenin kalmayacağını, bizi pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutulacağımızı ve hakikatın umursamazlık denizinde boğulacağını söylüyordu.

Orwell, nefret ettiğimiz şeylerin bizi mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkuyordu. Görülüyor ki zaman Huxley'nin kehanetlerini haklı çıkarıyor. Acı ama gerçek...

Oasis - Falling Down

Cults - You Know What I Mean

Cults - Abducted

Sahte mutluluk


Neşe yada mutluluk...

Neşe, evet, en çok özlediğim şey bu olmuştu. Sonraları mutlu oldum, ama mutluluk neşenin yanında güneşin yanında bir elektrik lambası gibidir. Mutluluğun hep bir nesnesi vardır, bir şeyler yüzünden mutlu olunur, varlığı dışardan bir olaya bağımlıdır. Oysa neşenin nesnesi yoktur. Belirgin olmayan bir nedenle sarar seni, varlığı güneşe benzer, kendi yüreğinin ısısıyla yakar...

"Aramızda sıra dağlar, dağlar mı olacaktı..."

Blur - Clover Over Dover

Selçuk Alagöz - Ellerim Böyle Boş Mu Kalacaktı

Wire - Marooned

18.05.2012

Missing Boy


Bugün 18 Mayıs

Yine akşam oluyor. Güneş batıyor, sokak lambalarının ışığı titriyordu. Solgun bir geceden arta kalan yağmur kırıntıları ve rutubetli bir parlaklık. Hey Ian anlıyorum seni. Seninki de bir tür direniş. Bırak yağmur aklını başından alsın tedirgin bir ruhun yol anıları eşliğinde. Bazen delirmek en güzel çözümdür belkide diyordun zaman zaman. Bereketli bir yalnızlığın içinde parlak bir ışık gibiydin sen çocuk. Benden bu kadar dedin, o ilmeği boynuna geçirdin ve son bir defa dünyaya yaşlı gözlerle baktın. Belkide haklıydın: Aslında yaşamaya çalışarak her geçen daha fazla kirlenmek istemiyordun. Evet farkındayım "kadınlar kadınlar, sebep oluyorlar.. kadınlar kadınlar, gelip geçiyorlar..."


Bugün 18 Mayıs... 1980 yılının bugününde Ian Curtis intihar ederek hayatına son verdi. Özlüyoruz be çocuk seni...

Joy Division - Love Will Tear Us Apart

Stanton Miranda - Love Will Tear Us Apart

The Durutti Column - The Missing Boy

17.05.2012

Bir kuş daha yuvadan uçtu


Bir gün bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ‘yabancı’yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek... O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.”

"Elif Şafak"

Bugünlerde arka arka ölüm haberleri almaya başladık. Evet bir kuş daha uçtu yuvadan, disko müziğin efsane isimlerin Donna Summer hayata gözlerini yumdu. Uzun süredir kanser tedavisi gören Summer 63 yaşındaydı. Disko müziğin babası ve Munih Sound'un yaratıcısı Giorgio Moroder tarafından keşfedilen Donna Summer disko müziğin en büyük kraliçesiydi. Günümüzde elektronik altında müzik yapan tüm isimler "I Feel Love" parçasına ne kadar borçlu olduklarının farkındalar mı acaba?

Donna Summer - Hot Stuff

Donna Summer - I'm So Excited

Mutsuzluk çubuğu: Arab Strap


İskoçya'da bir gece vakti, aynı barda aynı kızı tavlamaya çalışan iki erkeğin kesişen hikayelerinin hayata yansıması aslında Arab Strap grubunun başlangıcı. Aidan Moffat ve Malcolm Middleton ikilisinin oluşturduğu Arab Strap müziği, o yörenin yağmurlu ve kahvetli atmosferine, yaşanılan hayat tecrübeleri, sonu hüzünlü biten pembe aşk masalları eklenilerek oluşturulan bir sound aslında. Bu sound akustik ve sakin melodiler üzerine küçük hikayeler yazmak şeklinde hayat buluyor. Melankolik bünyeler ve görkemli kaybedenlerin buluştuğu Göğe Bakma Durağı.

Radyolarda büyük ilgi uyandıran ilk single "The First Big Weekend" sonrası 1996 yılında ilk albüm "The Week Never Starts Around Here" Matador Records etiketiyle çıkıyor. Elbette kendine özgü bu sound merak uyandırıyor. Bıçağın iki yüzü misali, sevenler olduğu kadar nefret edenlerde oluyor bu albümden. Dönem itibariyle grubun ruh ikizi ve aralarında sağlam bağlar olan aynı çoğrafyanın bir diğer ekibi Belle & Sebastian grubu. Bu sağlam köprüler Belle & Sebastian grubunun "The Boy With Arab Strap" albümüne net bir biçimde yansıyor. 



1998 yılında ikinci albüm "Philophobia" geliyor. Bu albüm esasında yaşanılan korkular üzerine bir manifesto tadında ve geleneksel Arap Strab sound'unun en belirgin hissedildiği çalışmalardan biri. 1999 tarihli "Elephant Shoe" beklentilerin aksine aceleye getirilmiş ve yokuş aşağı bir iniş gösteren yetersiz bir albüm olarak tarih sayfasındaki yerini alıyor. Sonrasında çıkan "The Red Thread" ve "Monday At The Hug & Pint "albümleri akılda kalan çalışmalar olarak grup diskografyasındaki yerlerini alıyorlar. 2006 yılında dağılan ikili kendilerini solo çalışmalara adamış görünüyorlar. Geçtiğimiz senelerde ufak tefek konserler için bir araya gelen ikili acaba ileriki yıllarda Arap Strap efsanesini tekrar sürdürecekler mi?

Arab Strap - The Shy Retirer

Arab Strap - Dream Sequence

Belle & Sebastian - The Boy With the Arab Strap

Yanık Sular


"Kimsenin nedensiz sevilmeye hakkı yoktur. Kanbağı yeterli neden değildir. Doğru neden, nedensiz sevilen kandır."

Latin Amerika edebiyatının son büyük isimlerinden Carlos Fuentes 84 yaşında hayata veda etti. Carlos Fuentes ile tanışmam içinde birbirinden güzel dört öykü barındıran Yanık Sular kitabıyla olmuştu. Fuentes diğer Latin Amerikalı edebiyatçılar gibi başı dik, tedirgin, bir meselesi olan ve bir dönem yasaklı bir isimdi. İyi bir entellektüel ve sıkı bir solcu olan Fuentes özellikle Artamio Cruz'un Ölümü kitabıyla dünya çapında bir üne sahip olmuştu. 60'lı yıllarda siyasi sebeplerden ABD'ye girişi yasaklanan Fuentes, kitabının tanıtımı için New York'a gidemeyince "Asıl bombalar benim kitaplarım, ben değilim demişti." Daha sonraki yıllarda bu yasaklar kalkınca ABD'nin saygın üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştı.

Fuentes'in solculuğu bir yönetim sisteminden ziyade insanların özgürlüğü üzerine kuruluydu. Örneğin başlarda Fidel Castro'nun Küba Devrimi'ni destekleyen Fuentes, Castro'nun giderek otoriter bir lider halini almasına net bir tavır almıştı. Son olarak ustanın Nobel için sık sık adının geçmesine rağmen bu ödülü hiç kazanamadığını belirtelim.

Yeasayer - Love Me Girl

The Tallest Man on Earth - The Gardener

Of Monsters and Men - Yellow Light

16.05.2012

Bir adam, iki kadın, ölüm ve müzik


İçinde iki ölü kadın ve sevdiği iki kadını da bir şekilde ‘öldürmüş’ bir garip adamın’ olduğu, çok iç parçalayan bir hikaye Noir Desir grubunun solisti Bertrand Cantat‘ın trajedisi. Litvanya’nın Vilnius kentinde yapış yapış bir yaz gecesi, bir otel odası, 26 Temmuz 2003’ün gece yarısı. Cantat’la sevgilisi Fransız oyuncu Marie Trintignant’ın arası epeydir bozuk. Sebebi de Trintignant’ın eski kocalarıyla bir türlü bitirmediği ilişkileri. O gece de benzer bir sebepten çıkan tartışma, dumanlı kafalar, öfkeden gerilmiş kaslar, savrulan bir yumruk ve boğaz patlatırcasına atılan çığlıklarla birleşiyor, Cantat ‘aşktan öldürüyor.’ “Tavrında, yüzünde, gözlerinde, davranışlarında hiç tanımadığım şeyler vardı” diyor sonra mahkemeye verdiği ifadede. “Yaşadığım şiddet ve adaletsizlikti. Bu kötülüğü anlamamıştım. Kendi kendime sordum; benimle böyle konuşan kişi kim?” diyor. Çok üzgün, çok çökmüş.

Hikayedeki diğer kadın  Cantat’ın karısı Kristina Rady. Olayın olduğu sırada üç aylık hamile. Kocasının Trintignant’a aşık olduğunu biliyor, gitmesine izin veriyor. Ara sıra geri dönmelerine de alışıyor. En tuhafıysa, Cantat’ın yargılanma süreci boyunca gösterdiği serinkanlı duruş. İstisnasız her duruşmaya geliyor, ‘evlilikleri boyunca hiç şiddet görmediğini’ anlatıyor, ‘melek gibi adamdır’ diyor gözyaşlarına boğularak. Cantat’ın bir bakışını yakalamak için bekliyor. Sekiz yıl hapse mahkum olunca en çok o yıkılıyor. 2007’de şartlı tahliye olunca en çok o seviniyor. Macar asıllı, çok güçlü bir kadın. Yakınları çocuklarına çok düşkün olduğunu, onların kendisini hayata bağladığını söylediğini ancak Cantat’la olan ilişkisinin kadını fena yıprattığını anlatıyor. 2010 yılının başında, yılbaşı neşesini filan henüz yeni yaşamışken ‘iyiyken’ yani, kendini asıyor Bordeaux’daki evinin mutfağında. Çocuklar okuldan dönünce cansız bedenini buluyor.

Sonrasında Bertrand Cantat’ın ruh halini tahmin etmek zor olmasa gerek. Eşikte yaşayan bir adamın ölümle yaşam arasında gidip gelen hayatı. Bu sürecin sonunda 2011′de Noir Desir dörtlüsü dağıldığını açıkladı. Oysa ki her şey ne güzel başlamıştı. Sene 1980 . Fransa’nın limanı ve şaraplarıyla ünlü, başı dumanlı sert erkeklerin mekanı Bordeaux kenti. Lise talebesi Bertrand Cantat ve Serge Teyssot-Gay arkadaş oluyorlar. Tatilde de Denis “Nini” Barthe ile tanışıyorlar. Malum tutkular ortak: Punk ve new-wave dalgasının yanı sıra Who, Led Zeppelin ve AC/DC. 1981 yılında küçük kulüplerde sahne almak üzere provalar başlıyor. Bütün bunlara birde gruba isim bulma telaşı eklenmiş. Psychoz, 6.35, Station Desir, Noir Desirs gibi alternatifler telaffuz ediliyor. Son karar: Noir Desir.


Acılarla geçen bu süreçten sonra Contat en sevdiği iş olan şarkı söylemeye geri dönerek hayata tutunmak istediğini söylüyor açıkça. Ünlü Mali’li ikili Amadou & Mariam’ın yeni albümleri “Folila“da konuk sanatçı olarak yer alarak adeta hala yaşamak istediğini haykırıyor. Mali son dönemlerde kendine özgü müzikal zenginliği ile evrensel müziğin merkezi olmuş durumda. Bu ülkeyi bu nedenle kimler ziyaret etmedi ki? Mano Chao, Keziah Jones, Damon Albarn (Blur) bu isimlerden sadece birkaçı. Bu ülkeyi 2000’li yıllardan beri müzikal anlamda en güzel temsil eden isimlerden birisi de görme engelli ikili Amadou ve Mariam. 6. albümleri olan “Folila’yı Nisan ayında yayınlayan ikili bizlere nefis bir müzikal ziyafet sunuyorlar.

Müzik artık bir dönem ikinci sınıf diye yaklaşılan bu naif insanlar için evrensel bir başkaldırı simgesi olmuş durumda. Bu gösteriyor ki müziğin evrensel gücü; iktidarların, siyasetin ve orduların çok çok ötesinde. Albümün elbette konuk listesi de çok özel. Albümde Bertrand Cantat’nın yanı sıra Jake Shears (Scissor Sisters), Santigold, Theophilus London, Ebony Bones, Amp Fiddler gibi isimler yer almış. Folila albümü: Hayata küsmek yerine, ona tutunmaya çalışan bir adamın mücadelesi kadar, kriz, savaş ve açlıkla mücadele eden bir coğrafyanın bulutların arasından dünyaya seslenişi aslında. Tıpkı Ece Temelkuran’ın dediği gibi:

“Hava bir tuhaf
Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada
Kaçmaya müsait bir bulutluluk…”

Sonuçta hayat devam ediyor ve rüzgar bir şekilde bizi sürüklüyor.

Not: Bu yazının Bertrand Cantat’ın üzücü hikayesi kısmı için Radikal Gazetesinden sevgili Elif Türkölmez‘in grup dağılmadan önce yazmış olduğu “Yarım kalan viskiler, sigaralar” yazısından faydalandığımı belirtmek isterim.


Bertrand Cantat’ın rol aldığını Amadou & Mariam “Oh Amadou” videosu:

15.05.2012

Gizlice söyle bana


Her şeyi anlamak zorunda değiliz. kaç yaşında olduğunu anlamak için kesilir mi bir ağaç. bir dalgıç nasıl siler gözyaşlarını. kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. ama zaten her şey yolunda giderken kim sevebilir. bizi bir araya getiren sebepler ayıran sebeplerle aynı. ama şimdi bunlar biraz hüzünlü konular özet geçelim.

Cep telefonu ışığında ameliyat yapan doktorlar var afrika’da ben burada kapıyı açamıyorum. ben burada o kadar ciddi konuşuyorum ki şaka yaptığımı zannediyorsun. oysa kanamak da bir gülüştür yeryüzünde.

Hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız geçtiler yanımızdan. onları görmedik yoktu kara atları. ne öğrendik onca bulmacadan: çinekop lüfer balığının küçüğüdür. resimdeki şarkıcıyı yolda görmüştük bir seferinde. sıhhiye köprü altında o mahşer yeri provasında. çok daha fazla şey öğrenmiştik.

Bazen bir hikâye tutuşmuş iki eldir, kenetlenmiş on parmaktır. şimdi gizlice söyle bana, saklı düşler ne demektir. yağmur ne demektir terk ne demektir. işte o zaman anlayacağız yeniden gitmek ne demektir. 


"Emrah Serbes"

Puressence - Street Lights

Babybird - Back Together

South - Loosen Your Hold

Washed Out- Olivia

14.05.2012

Sevgili Günlük


Bakın Lou Reed amcamız 10 Eylül 2000 Pazar 9:45 günlüğüne neler yazmış.

Sevgili Günlük,
Bugün Belfast'tayım. Hava soğuk, yağışlı, kasvetli. Geceleyin odamın manzarası enfes oluyor. Köşe oda olduğundan iki taraftaki pencerelerden bütün şehir ve önümden geçen Lagen nehri ayaklarımın altında. Gece, yollardaki ve evlerdeki ışıklarla Noel ağacı gibi parlıyor, yanan meşaleler misali şehri sarıyor. Manzara muhteşem. Sabah büyü bozuluyor, inşaatlar ve nehrin üzerinden geçen bir sürü köprü görünür oluyor.

Bugün bir garson "Rahatszı Etmeyin" yazısını aşıp ayak ucuna basa basa yatağımın önünden geçerken beni dehşet içinde uyandırdı ve "Özür dilerim beyefendi!" deyip "Rahatsız Etmeyin" levhasını yere düşürerek soluğu koridorda aldı.

Bomba korkusundan ötürü her yer kapalı olduğu için şehirde pek bir şey göremedik. Savaş hep sürüyormuş gibi. Uzun zamadır içki içmedim. Öğleden sonra normal bir şekilde, alkolden yıpranmamış olarak kalkmak hoşuma gidiyor. Manchester ve Bristol'deki konserler gerçekten iyiydi, ama pek kalabalık değildi. Gazete ve dergiler eski şarkıları söylemediğimi yazdıklarından, insanların gelmekten vazgeçtiklerini ileri sürenler var. Ama bazen eski şarkılarımı da söylüyorum.

Repertuar işlediğimiz, elimizden geldiğince parlatıp düzelttiğimiz bir mücevhere -oluşum halinde bir mücevher- benzer. Ve konserde tek bir parça mücevher sunuyoruz. Otuz yıl öncesinin parçalarını dinlemek isteyenlerin gelmemesine üzülüyorum, ama ben ilham perimin peşinden gideceğim. Onunla yaşayacağım ya da öleceğim. (Ölmek sert oldu.) Belki şöyle söylemek daha doğru: Kendi kulubümü açıyorum, beni oradan kimse kovamaz. 

Bir şey daha var. İskoçya'da bir eleştirmen -biraz gerzektir- konserdeki birçok duygunun iniş çıkışını gözardı etmiş ve benim ne kadar karanlık ve öfkeli olduğum üzerine bilindik lafları tekrarlamış. Seyirci harika vakit geçirdi. Ama şu "seyircinin sırtını sıvazlama" meselesine değinmem gerekiyor. Şarkı aralarında ahkam kesmediğimden, genç bir adam habire "konuş bizimle Lou" diye yalvarıp duruyordu. Size şunu açıklamalıyım: Ben bütün şarkılarımda sizinle konuşuyorum. Benim hakkımda bildikleriniz, yakın arkadaşlarınızın hakkında bildiklerinizden daha fazla. Sizinle yıllardır bu ilişkinin içindeyim. ve bunu asla istismar etmem. Sizinle müzik sayesinde akıldan akıla, kalpten kalbe, ruhtan ruha konuşuyorum.

Lou Reed - Perfect Day

Lou Reed - Walk On The Wild Side

Hooverphonic - Sad Song

Yaşama eşiği


Değişmek için bir adım atmak yeterlidir. Peki, ya değişmek istemiyorsak? O adımı atmaktan korkuyorsak? Her açılan kapının ötesinde bizi tehdit eden şeyler varsa? İçimizden bir ses, her şeyin bir giyotin olduğunu söylüyorsa... Yine de hayatlarımızı parçalayan eşiklerden korkuyla, panikle, aceleyle, şehvetle, arzuyla, günahla, saflıkla geçip gidiyoruz.

Asıl düşündürücü mesele şu: Eşikte durmak, eşikten geçmek yada en önemlisi eşikte kalmak. 

Şairin dediği gibi "Ne zaman bu sehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum. Gidersem dönmem çünkü biliyorum."

Ama biliyormusun bu hayatta ben en çok seninle günah işlemeyi özledim...

Günün dinleme önerileri:

- Leonard Cohen "Famous Blue Raincoat"
- Belle and Sebastian "If She Wants Me"
- Mick Harvey "New York USA"
- 10.000 Maniacs "Hey Jack Kerouac"
- Piano Magic "Low Birth Weight"

Günün Filmi: 


Shane Meadows "This is England"

Hepinize Mutlu Pazartesiler...

Zager And Evans - In the year 2525

Space - Begin Again

Trembling Blue Stars - Beautiful Blank (Radio Edit)

13.05.2012

Karda avcılar


Dünya üzerinde en çok hangi tabloya sahip olmak isterdiniz?

Yıllar önce aralarında Neil Tennant (Pet Shop Boys), David Lynch, Louise Bourgeois, Tracey Emin gibi ünlü isimlerin olduğu bir grup sanatçının katıldığı "en çok sahip olmak istediğiniz tablo" anketinde birinci sırayı Pieter Bruegel'in "Karda Avcılar" isimli tablosu almıştı.

Pet Shop Boys - Love etc.

The Brian Jonestown Massacre - Malela

Morrissey - Do Your Best and Don't Worry

11.05.2012

İrrasyonel Yıllar - 3


Roll Dergisinin eşliğinde 80'li yılların göze batan olaylarını izlemeye devam ediyoruz.

ANOTHER BRICK IN THE WALL

Rock müziğin son tragedyası "The Wall" un diskotek hiti. 80'ler, bir bakıma, helikopter gürültüleri eşliğinde Pink Ployd'un tehditkar "hey teacher!"ıyla başladı, "Ölü Ozanlar Derneği"nin "carpe diem"iyle bitti. O gün şarkının sonunda "eğitime ihtiyacımız yok" diye vokal yapan ortaokul öğrencileri, bugün "paraya ihtiyacımız var" diye mahkemeye başvurmuşlar, paylarına düşen telif hakkını istiyorlar.

ANA BRITANNICA

Gazetelerin ansiklopoedi savaşı 90'lar olayıydı. 86 yılında ise Meydan Larousse'un uzun saltanatı sallandı, Ana Britannica fasiküllerinin yayınına başlandı. İlanlarda "her sabah ilk iş olaraj iki saat Britannica okurum" diyen Aldous Huxley göze çarpıyordu. Ansiklopedinin çeviri ve yazımı sırasında kadroya sızan bizim rocker casuslar, orjinalinde olmayan Peter Gabriel, Led Zeppelin, Bruce Springsteen, CSN&Y gibi maddeleri Türkiye edisyonuna çaktırmadan eklemişlerdi.

BRAVO

Alman gençlik dergisi, dönemin pop barometresi. Her hafta gövdesinin bir parçasını verdiği dev şarkıcı posterleri, pırıl pırıl çıkarmaları, iç gıcıklayan sayfa tasarımları ziyafet sofrası gibidir, resimler kes kez bitmez. Hele tıfıllara aşk-meşk konusunda rehnerlik eden "liebe und sex" sayfaları yok mu!..Tabii, üvey ikizi Pop Rocky dergisini de yabana atmayalım.

BREAK DANCE

Şimdi nasıl club müziği hava sahasında "Clubber"lar ve "Kırobır"lar varsa, 80'lerde beyaz eldivenleriyle kaldırımlarda hip oraya hop buraya yuvarlanan break'çiler, bu dansa gönül vermeden sırf moda olduğu için takılanlara "börekçi" derdi. Hatta Hey dergisinde break'çilerle börekçilerin kavgalarına ilişkin haberler çıkardı.

CHALLENGER

Uzay mekiklerinin en kara yazgılısı, en bahtsızı. NASA'nın Columbia'dan sonraki ikinci mekiği, 86'da fırlatılışının 73. saniyesinde milyonlarca insanın gözü önünde havai fişek gibi patladı. Yola devam edebilse, astronotlardan Ronald McNair saksofonuyla, uzayda kaydedilen ilk müzik eserine imza atacak, Jean-Michel Jarre'da "Rendez-vous" albümünün kapanışına bu bölümü koyacaktı. Jarre, sonra başka bir saksofoncuyla finali tamamladı, parçanın adına dostuna ithafen "Ron's Piece" koydu.

DEPECHE MODE

Her şarkıcının veya grubun fan kitlesi olabilir, ama konu 80'lerin Depeche Mode'uysa, anca bir tarikat veya dinden söz edilebilir. İlk sahneye çıktıklarında, hepsi birer velet. Vince Clarke'ın ayrılması, herhalde grubun başına gelen en güzel şey. Martin L. Gore'un kreatörlüğünde dehşetle yükselen bir grafik, ne öncesinde, ne de sonrasında benzerine rastlanır bir elektro pop derinliği.

DIRTY DANCING

Tüm zamanların en paçoz genölik filmi. 50'lerin "Asi Gençlik", 60'ların "Easy Rider", 70'lerin "Saturday Night Fever"ıyla elbette boy ölçüşemezdi, ama her nasılsa 80'lerin yeniyetmeleri için de "Dirty Dancing"in yeri ayrıdır. Patrick Swayze fenomeni de bu filmle başlamıştı. Genç bir kızın yaz kampında gönlünü fetheden, üstelik pek de seksi danseden yakışıklısı 80'lerin çıtır kızlarının aklını başından aldı.

ELE GÜNE KARŞI YAPAYALNIZ

Böyle de olmaz ki. Mazhar Fuat ve Özkan, KKTC'yi tanıyan TC misali, İzzet Öz'den gayrı hiçbir resmi ve gayrıresmi kurumun tanımadığı, geri vokalistlikten ve reklamlardan kıt kanaat geçinen, yaşları artık kemale eren üç şeker abiydi. 84'te set yivini buldu. Bu başyapıtın kod adı: "Yılların birikimi". Gelgelelim halkın kafasını kurcalayan bir promlem var: Hangisi M, hangisi F, hangisi Ö?. Tıpkı "hangisi Pink, hangisi Floyd?" gibi.

EYE OF THE TIGER

Kimileri için "Rocky" filmleri iki Survivor şarkısından ibaret. "Eye Of The Tiger" ve "Burning Heart". İkisi de güzel, ama ilkinin vuruculuğu tartışılmaz. "Rocky III" için Survivor'ı arayıp böyle bir şarkı isteyen, bizzat Sylvester Stallone. Hatta demo kayıtlarını ilk dinlediğinde, davulları daha yüksek volümle kaydetmelerini, tekrar eden dizeler yerine yenilerini eklenmesini öneren de.

FLASHDANCE

Başrolünde Jennifer Beals'ın oynadığı 83 yapımı film. Bir bale okuluna girmeye çalışan alaylı dansçı kız, karnını doyurmak için inşaatlarda kaynakçılık yapmaktadır. Aynı kareye denk düşen "Fame" dizisiyle birlikte, Türk genç kızlarını, fiskos masasını kenara çekip parke üzerinde yün çorapla dans etme temayüllerine itmiş, inşaatlarda işçi olup müteahhitle aşk yaşama, sanayi mahallesinde bir depoda ev kurma hayallerine gark etmiştir. Olmazmış.

Depeche Mode - Get The Balance Right

Dmx Krew - 17 Ways To Break My Heart

Man Parrish - Boogie Down (Bronx)

10.05.2012

İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü


Tim Burton'ın sinemasının kitaba yansımış halidir The Melancholy of Oyster Boy. Bir yığın anti kahramanın Burton'ın kendine özgü çizimleriyle renklendirdiği bir kaybedenler öyküsü.

adam ilan-ı aşk için kum tepesini
düğün için deniz kıyısını seçti.
ve dokuz günlük balayı
capri adasında geçti.
ilk akşam yemeği: balık yahnisi
doğrusu çarpıcı bir yemek.
adam yumuladursun
kadından bir dilek.
dileği yerine geldi: bir bebek
ama bir sorun doğdu o an:
bir insan mıydı bu doğan?
gerçi beşer parmak vardı
ellerde ayaklarda
işitip hissediyordu da
öyleyse
mesele neydi ki?
ah bu çocuk
öyle tuhaf bir şeydi ki!
o aşk hikayesinin sonu buydu
bu doğum o mutluluğun sonuydu
çıkıştı doktora kadın:
"benim olamaz bu. çok farklı huyu suyu.
kokusuna bakın:
okyanus, yosun ve deniz suyu!"
doktor içerledi
"hanımefendi,
kabahat benim mi oğlunuz yarı-istiridyeyse
siz yine şanslısınız dün bu ilde
gagalı bir kız doğdu. üç kulaklı. her neyse. siz
en iyisi şirin bir eve taşının: sahilde
uygun isim arandı epey. sonunda
sam oldu adı. tabii aslında
"midyeye benzeyen o şey"
sonra herkeste bir merak bir merak
istiridye çocuk ne zaman kabuğundan çıkacak?
bir gün thompson dördüzleri onu görünce

"çift kabukluuuu" diye alay edip kaçtı çabucak
bir bahar günü sokakta unuttular
sam yağmur altında kaldı.
biriken suyun mazgaldan gidişine
baktı-daldı.
annesi arabayı otobanda durdurmuş
ön panele vurup duruyordu
keder,
hüsran,
ızdırap.
tahammül etmek zordu.
bir gece "hayatım" dedi kocasına
"sakın alay ettiğimi sanma
bana tuhaf gelen bir şey var
kızmaca yok ama. anlaşılan
yataktaki sorunlarından ötürü
oğlumuzu suçluyorsun her an"
adam perişan.
macunlar merhemler denedi
umutlanıp zaman zaman
iksirler losyonlar
ve kaşındıkça kaşındı kan-revan.
doktor dedi ki adama
"kesin bir şey denemez ama, belki
derdinizin devası derdinizin sebebi.
istiridye seks gücünü arttırır derler. kim bilir,
oğlunuzu yerseniz
saatlerce sevişmek size vız gelebilir."
gece adam usulca
süzüldü oğlunun odasına
gözünde kan,
alnında ter,
dilinde yalan.
"mutlu musun evlat? doğrusu
cennet dururken
çekilmez böyle hayat
düşün bi kere bezip de bu hayattan
ölmek istemez mi insan?"
gözlerini kırpıştırdı sam
ama cevap vermedi.
babası iyice kavrayıp bıçağı
gevşetti kıravatı.
tam tutmuş kaldırırken
oğlu ceketine damladı
adam kabukları ağzına dayadı
ve gidiverdi sam boğazından aşağı
sam'dan arta kalanları
hemen götürüp gömdüler
deniz kıyısına, kumsala.
bir damla gözyaşı, bir dua.
ve pürtelaş döndüler yuvalarına.
istiridye çocuğun mezarı:haç
sahile vurmuş olan
bir tahta parçasından
ve kuma yazılmış bir söz:
"kurtarır hazret-i isa"
ama silindi haritası
denizin ilk kabarmasıyla.
Sıcacık yatakta adam
karısını öperek "Haydi,
deneyelim."
dedi
"Ama bu defa," diye fısıldadı kadın,
"bir kız evlat isteyelim."

The xx - Crystalised

Shearwater - Rooks

Piano Magic - Disaffected

Senin yüzölçümün kaç santim


Bazen insanları anlamak, onların dünyasına girmeye çalışmak ne kadar zor oluyor. Camus'nün dediği gibi "kendi kendime de..dünyaya da yabancıyım..." tezinin en geçerli olduğu modern! bir çağda yaşıyoruz. Değerleri, sevgileri, anlamları kendi elimizle öldürüyoruz. Oysaki yaşanılacak bir yaşam, yürünecek kaldırımlar ve izlenilecek daha çok gün batımları var. Keşke bunların farkına bir varabilsek. Artık her insanın bir sınırı ve yüzölçümü var. Tıpkı Ataol Behramoğlu'nun şiirinde olduğu gibi...



"İnsanlar da ülkelere benziyor
Sınırları var, yüzölçümleri
Yasaları var
Bayrakları, ilkeleri
Kimi dağlık bir arazidir.
Kimi kıraç
Kimi bereketli
Kimi dardır
Kimi engin göz alabildiğince
Kiminin sınırlarından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir.
Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri
Sonuçta ne küçümse insanları
Ne de önemse gereğinden çok
Ama anlamaya çalış
Nedir ve ne kadar genişleyebilir yüzölçümleri..."

Patrick Wolf - Hard Times

Sambassadeur - Stranded

Pacific - Disappear

9.05.2012

Biraz da sinema: Dönüş


1960'da oyunculuk kariyerine başlayan Türkan Şoray, kamera önünde geçirdiği 12 senenin ardından 1972'de "Dönüş" ile yönetmen koltuğuna oturdu. Hem de, aradan geçen bunca zamana rağmen günümüzde bile hala eksikliğini çektiğimiz bir "kadın öyküsü"yle. Dönüş her anlamda kadın eli değmiş bir yapım olarak sinema tarihimizde özel bir yere sahip. Zira Şoray, sadece yönetmenlikle kalmamış, anaöyküyü ( o öyküyü Safa Önal senaryolaştırmıştı) kendisi kaleme almış ve aynı zamanda filmin başrolünü de üstlenmişti. Filmde Şoray, geride kalmış eş üzerinden bir 'Alamancı' trajedisi anlatıyor. Kadir İnanır'ın canlandırdığı kocası, para kazanmak için Almanya'ya gidince bebeğiyle ortada kalan; bu zaman zarfında da köy ağasının tüm taciz ve eziyetlerine rağmen dimdik ayakta durmaya çalışan Gülcan'ın hikayesini.

Şoray-İnanır çiftinin canlandırdığı karakterler vesilesiyle, birkaç yıl sonra gelecek "Selvi Boylum Al Yazmalım"ın önprovası niteliği de taşıyan "Dönüş", psikolojik ve politik ayrıntıları kullanışıyla cesur ve isyankar bir söyleme sahip. Köy ağasına meydan okuyan, bu uğurda cinayet işlemekten çekinmeyen Gülcan vesilesiyle düzene başkaldıran film, feodalizme çare olarak öğretmeni işaret eder; bir anlamda da "Vurun Kahpeye"nin izini takip eder.

Yakın yüz planlarıyla çalışmayı tercih eden Şoray, sıkça kullandığı kesmelerle filmin temposunu sürekli ayakta tutar; hikayenin tümüyle drama kaymasına izin vermez. Alamancı İbrahim'in dönüşünde kullandığı yabancılaşma sembolleri, o döneme göre hayli ilericidir. Film süresince "Hasretinle Yandı Gönlüm" şarkısının eşlik ettiği hikayenin finali trajik gibi görünür ama başkahraman açısından 'makul' bir sonuç hissiyatına da sahiptir.



İlk yönetmenlik denemesiyle, kamera önünde olduğu kadar arkasında da hakimiyetini ispatlayan Şoray "Dönüş" ile birlikte kariyeri boyunca ne yazık ki sadece dört film (Azap, Bodrum Hakimi ve Yılanı Öldürseler) yönetti. Hala kadın yönetmen yokluğundan muzdarip sinemamız açısından ne büyük bir kayıp. Özellikle de 40 yıl önce Gülcan'lara odaklanmış Yeşilçam geleneğine sahip bir sinemanın bugününe baktığımızda... Şunu net olarak söyleyebiliriz ki Dönüş, biçimsel ve içeriksel açıdan o yıllara göre standart üstü; kadın eliyle yoğrulmuş has bir kadın öyküsü anlatmasıyla, bugün de örnek alınması gereken bir yapım..

"En İyi 100 Türk Filmi"

Dönüş filmi kişisel fikrimce Türk Sinemasının en duygusal anlarına ev sahipliği yapan nadir filmlerden bir tanesi. Babam ve Oğlum filmi insanı ağlatıyorsa, bu film insanı hıçkırığa boğuyor diyebiliriz. Seha Okuş'un nefis sesinden "Hasretinle Yandı Gönlüm" parçasını dinlemek ise insan ruhunu bambaşka diyarlara sürüklüyor.


Seha Okuş - Hasretinle Yandı Gönlüm


Amok Koşucusu


El yordamıyla güverteye çıktım. Denize baktım, ama deniz değişmedi, hep mavi ve boştu, yalnızca güneş batarken bir anda bütün renklerle yıkanır gibi oluyordu. Sonra gece geliyordu. Gökyüzü ışıl ışıldı. İçinde bembeyaz dolaşan yıldızlara oranla karanlıktı, ama yine de ışıl ışıldı; sanki orada bir kadife perde müthiş bir ışığı örtüyordu, ışıldayan yıldızlar sanki yalnızca çatılardaki delikler ve çatlaklardılar ve aralarından o tanımlanması olanaksız aydınlık parıldıyordu.

Geceyi hiç öyle görmemiştim, öylesine ışıl ışıl, öylesine çelikmavisi sertliğindeydi ki; ama kıvılcımlar saçıyordu, coşup taşıyordu, ışık saçıp ışık fışkıtıyordu, bu ışık, puslar içinde aydan ve yıldızlardan aşağı akıyordu ve nasıl olduğunu bilmediğim gizemli bir şeyin içinden.

Holly Golightly & The Greenhornes - There Is An End

The Smiths - Sweet and Tender Hooligan

The Castaways - Liar Liar

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


İnsanın en büyük çaresizliği ölüm anı karşısındaki acizliği olsa gerek. Acizlik diyorum, çünkü tarifsiz bir ruh hali eşliğinde kendini teslim etmek. Türk sinemasının yeni nesil genç yönetmenlerinden Seyfi Teoman geçtiğimiz akşam hayatını kaybetti. Doğum günü olan 16 Nisan tarihinde motorsikleti ile geçirdiği trafik kazası sonucu ağır yaralanan Seyfi Teoman yoğun bakımda tutuluyordu. Maalesef sürdürdüğü yaşam mücadelesini kaybetti.

1977 doğumlu olan Teoman Boğaziçi Üniversitesi'nde İktisat bölümünü bitirdikten sonra Kieslowski'nin de mezun olduğu Polonya'daki ünlü Lodz Film Akademisi'nde yönetmenlik okuyan Teoman 'ın Barış Bıçakçı'nın romanından uyarladığı 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' filmi, geçen yıl Berlin Film Festivali'nin ana yarışma bölümüne seçilmişti. Teoman 'ın ilk uzun metrajlı filmi 'Tatil Kitabı' da dünya prömiyerini Berlin Film Festivali'nin Forum bölümünde yapmış ve İstanbul Film Festivali'nde en iyi film seçilmişti. Teoman İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale kazanan Emin Alper'in yönettiği 'Tepenin Ardı' filminin yapımcılığını üstlenmişti.

Şairin dediği gibi:

"artık demir almak günü gelmişse zamandan
meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan..."

Luna - Sweet Child O' Mine

Doctors & Dealers - Social Skills

Bedroom Eyes - Blueprint For Departure

8.05.2012

Biraz da Sinema: Otobüs


Dokuz kaçak işçi, eski bir otobüse bindirilerek Anadolu kırsalından, İsveç'e getirilir.Dilini, adetini bilmedikleri, insanlarını tanımadıkları bu ülkeye umut bağlayan dokuz adam ne yazık ki otobüsün şoförü tarafından pasaportları ve paraları alınarak dolandırılır ve kaderlerine terk edilir. Polislere yakalanmak korkusu ile önceleri otobüsten çıkamayan işçiler, tuvalete gitmek ve yiyecek bir şeyler bulabilmek için yavaş yavaş dışarı sızmaya başlarlar ve bu yabancı ülkenin tuhaf insanları ile bu sayede karşılaşırlar. Önce içlerinden biri kaybolur ve donarak yaşamını yitirir. Ardından bir diğeri kendisine ilişki teklif eden İsveçli bir adam tarafından çılgın bir seks şovuna götürülür ve orada öldürülür. Geride kalanlarsa otobüsün iki gündür alanda durmasından şüphelenen polisler tarafından yakalanırlar.

Tunç Okan'ın 1974 yılında çektiği filmi "Otobüs"ü klasik bir anlatı olarak ele almamak, daha çok simgesel bir tavırla incelemek gerek. Kaldı ki, karakterlerin hiç tanıtılmadığı, isimlerin bile verilmediği, gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaştığınızda türlü mantıksızlıkla karşılaşabileceğiniz bir film Otobüs. İşçilerin dolandırılmalarını anladıktan sonra neden teslim olmayı tercih etmemeleri, ortak alınan kararlarda neden içlerinden aykırı bir ses çıkmadığı, karakterler arasında neden çatışmalı durumlar yaratılmadığı, polisin otobüsü çekmek için neden günlerce beklediği gibi.

Ama klasik anlatının gereklerini bir yana koyar ve yaşananları tamamen simgesel boyutta incelerseniz, Okan'ın oldukça cüretli bir işe kalkışmış ve bunun üstesinden başarıyla gelmiş olduğunu fark edersiniz. Karakterler açımlanmamıştır çünkü dokuz işçi de, İsveçliler'in güzünde aynıdır. Kaba, kara bıyıklı, dil bilmeyen, sosyal alanda nasıl davranacağından bihaber, kendi kurallarıyla çevrelediği kurtarılmış bir alanda (simgesel olarak otobüs) yaşamakta direnen insanlar.

İşçilerin gözünden tanıtılan İsveçliler de aynı mantıkla resmedilir filmde. Yüzleri maskeli bir grubun işçileri kovalayarak eğlendiği sahne, hem görsel olarak oldukça etkileyicidir hem de dilleri ve davranışları anlaşılmayan korkutucu bir kalabalığı betimler. İşçiler otobüslerini inatla terk etmez, çünkü otobüs anayurtlarının bir parçasıdır, vatan toprağıdır, asla terk edilmemesi, her zaman korunması gereken. Polis günlerce otobüse dokunmaz. Sadece etrafında dolaşmakla, onu incelemekle yetinir. Tıpkı göçmenlerin yaşam alanlarının bir sirk ve hayvanat bahçesiymişçesine merak uyandırması gibi.

Göç nedeniyle kendi köklerinden binlerce kilometre öteye savrulmuş Anadolu insanının dramını, kendine has bir üslupla, çarpıcı bir görsellikle ve simgelerle yüklü bir dille anlatan "Otobüs", kesinlikle Türk sinemasının en şaşırtıcı filmlerinden biri.

"Pınar Tınaz"

Rachid Taha - Rock El Casbah

Seelenluft - Horse With No Name

Levellers - Burn America Burn
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...