9.01.2014

Çanakkaleli Baudelaire: Orhan Talat Şalcıoğlu

Çanakkale gazeteleri, şair Orhan Talat Şalcıoğlu’nun ölüm haberini “Bir diyar ki, 365 günü rüzgâr / Sonbaharı bile bekle­miyor dökülürken yapraklar” dizeleriyle duyurdular. Bu haber İstanbul basınına “Kitabı çıktı, intihar etti” başlığıyla yansıdı, tek sütun, kibrit kutusu kadar bir haber: “Şair, ilk kitabı yayın­landığı gün, evinde ölü bulundu. Şalcıoğlu’nun intihar ettiği anlaşıldı, 13 Mart 1993.”

Çanakkale’de haftalık Yorum dergisinde yazı işleri müdürü olarak görev yapan Marmara Üniversitesi İngiliz Filolojisi me­zunu 28 yaşındaki Şalcıoğlu yazdığı şiirlerini kitap olarak yayımlamak amacıyla baskıya verdi. Hades adlı kitabının baskı­dan çıktığını haber vermek üzere evine gelen bir arkadaşı, ka­pının açılmaması üzerine durumu yetkililere bildirdi. Daha sonra kapıyı açtırarak eve giren güvenlik kuvvetleri genç şairin cesediyle karşılaştılar. Yetkililer Orhan Talat Şalcıoğlu’nun ön­ceki gece aşırı alkol aldıktan sonra vücudunun çeşitli yerlerini keserek intihar ettiğinin belirlendiğini söylediler. Şiirlerinde sü­rekli ölümü konu alan şair, ilk kitabına mitolojide yeraltındaki ölüler ülkesinin tanrısı anlamına gelen Hades adını vermişti.

Orhan Talat “kitabı çıktığı gün, vücudunun çeşitli yerlerini keserek” intihar etmedi. Yaşı 28 değil 33′tü. Yazı işleri müdür­lüğü filan da yapmadı. Şiirlerinin basılması için matbaaya ve­ren de kendisi değildi. Ama “365 günü rüzgâr bir diyarın” heveskâr gazetecileri, “Çanakkaleli Baudelaire” diye nam salmış şair abilerine böyle bir senaryo yazdılar.


Orhan’ın babası belediyede memur. Ciddiyeti, dürüstlüğü, göreve bağlılığı ve sırtındaki kocaman kamburuyla ünlü, otori­ter bir baba. “Tık’ınızı duymayacağım” tehdidiyle büyütmüş çocuklarını. Orhan bir şiirinde şöyle anıyor babasını:

Tık’ınızı duymayacağım
Üç bülten gün boyu
Personel Kanunu
Babacığım

Orhan’ın çocukluğu yoksulluk içinde geçiyor. Abisinin tersyüz edilmiş elbiseleriyle büyüyor. Sırtında daima “anne kazağı” bisiklet yaka, Selanik örgü. Ayakkabıları Sümerbank’tan, Lapsekili annesi babasının tam tersi bir kişilik. Orhan annesine ve kız kardeşine çok düşkün.

Lise yıllarından itibaren sıkı bir ‘şarapçı’ oluyor, Çanakkale’de âdet böyle. Duvarlarında incir bitmiş viraneliklerde saklı saklı şarap içiyorlar. Çok içmek, hızlı içmek “göçmen –Girit- dadaları” arasında statü sağlıyor. Önlerine esrar çıkıyor, Orhan tereddütsüz sıraya giriyor, “muhafazakâr likitçiler” kaş çatıyor ama aldıran kim! Bu yıllarda Orhan, Perihan adında bir kıza âşık, hem de sırılsıklam.

12 Eylül 1980 darbesinde Çanakkale’de ne kadar devrimci çocuk varsa bir gecede evlerinden toplanıp, karşı kıyıda tarihi Çimenlik Kalesi’nde hapsediliyor. Orhan da aralarında. Ne alakaysa “Halkın Kurtuluşu” siyasetini güdüyor. Kalede günlerce hayvan muamelesi görüyorlar. Bir süre sonra serbest kalıyor ama sıkıyönetim yılları boyunca ikide bir polis ve asker evini basıyor. Göçmen dadaları şaşkın, alt tarafı Kordonboyunda marş söylemişler, bir oyun gibi duvarlara yazı yazmışlar, afiş yapıştırmışlar, devletin bu derece celallenmesi neden?
Perihan, işte bu sıralar Orhan’ı terk edip bir “suba­ya kaçıyor”. Bir saatte dört şişe şarap (Güzel Marmara) içmeler, ayılıp tekrar içme­ler. Arkadaşları tanık, Peri­han’ı çok seviyormuş. Hatta karasevdalıymış. Kız evle­nip Kayseri’ye gitmiş, bir de çocuk yapmış subay kocası­na. Orhan asıl buna katlanamamış, “yaşamı gözden dü­şüren” ölümünü buna yo­ranlar var.

Orhan kötü bir öğren­ci, lisede çok zorlanmış. Üniversiteyi İstanbul’da okuyor. Has arkadaşlarının anlattığına göre, bir süre Timur Selçuk’tan tiyatro müziği üzerine ders alıyor. Bu ara küçük iskender ile tanışıyor. Kitabında bir de şiir ithaf etmiş ona: “Sus olma uğursuz gece yatmaklarına / Tutkusu ozanlığın / Geç dönem fillerine seyis­lik anibalin / Aşırı serçeler gülün dalına”. Perihan’ın ardından birkaç aşk girişimi, hatta birkaç nişanlısı oluyor, ama aklı fikri ilk aşkında. Marmara Üniversitesi İngilizce Bölümü’nden ön lisansla mezun olup, tekrar kapağı Çanakkale’ye atıyor.

Yıkıntılarda şarap içen çocuklar artık meyhanelere terfi etmiş. Orhan meyhanelerde fazla oyalanmadan eve kapanıyor. En sakatı, dört duvarla söyleşerek içmek! Müzikten de el etek çekiliyor. Halen belediyede memur, TNT Bar’ın vazgeçilmez davulcusu, Metronom’un dinamosu Abdi’ye demiş: “Müzikle kendimi ifade edemiyorum, bundan sonra yazacağım.” Ağustos sıcaklarında bile evden çıkmaz olmuş. Perdeleri hep çekili, kafası hep dumanlı, gitar çalıp ağlıyormuş.


Boğazdan gece gündüz gelip geçen davetkâr gemiler, Ça­nakkale gençliğine alıp başını gitmeler heveslendirirmiş. Hep­sinin rüyası Amerika! Orhan da Almanya’ya gidiyor. İki üç ay direnebiliyor. İngilizcesine Almanca’yı katıp dönüyor. L.S.D ile Almanya’da tanışıyor. Arkadaşları onun ilk halüsinasyonunu sanki kendileri yaşamış gibi anlatıyorlar: İkiye bölünmüş. Yeme içgüdüsüyle düşünme yetisi gladyatörler gibi gözünün önünde çarpışmış. “Bir delikanlıyken Berlin’de / Batı; sadece bir yön / Neden öldürmedim kendimi.”

Eve kapanmalarında şiir ve dil çalışırmış. Kendi kendine Japonca ve Yunanca öğrenmeye çabalıyor. Yöre ağzına ilgisi artıyor, “Len arakla kendini” deyişini arkadaşları unutamıyor Orhan dile olan ilgisini hobi seviyesinde bırakmıyor. Bir argo sözlüğü hazırlıyor. Ancak (Ç) harfine gelebildiği bu çabasında yoğun emek var. Altmışın üzerinde kaynak tarayarak giriştiği argo sözlüğünü ne yazık ki tamamlayamadı.

Sık sık hastaneye yatar çıkar olmuştu. Arkadaşları, ailesi ikna ediyor, iki üç ayda bir hastanede “kalafata” çekiliyordu. Burada hemşirelere âşık oldu. Onları şiirlerinde andı: “Durağan ederleri ayakucu defterimin / Handiyse ah almak ayrımlarındayım / Hemoptizi yazdılar ya / Bakma sen / Bal gibi kan kusuyorum kan / Opak gezginlerin rutin serüvenleri / Her sabah damarlarımın / Hemşiranım / Bilmez misin kaç sabahı birlikte / Sığmaz o şırıngaya üç ampul / Gecikmiş yazık / kadınsı kokuların.”

İyi, kötü, çirkin, güzel, hayatındaki en ufak kıpırdanış, içkiye tekrar ve bıraktığı yerden başlamasına neden oluyordu. Her “hastane mezunu” gibi o da uyarıcı-uyuşturucu farmaloğu olmuştu artık. Beraberinde şarap. Dardanelspor galip mi gelmiş, 10 kırmızı Marmara, sis Boğazı mı kesmiş, 70′lik halis Çanakkale kanyağı. Arkadaşları dedi, her zaman alışveriş ettiği büfeye gider 100 bin lirayı atarmış: “Bir sigara gerisiyle içki.”

Unutamadığı, hep adını sayıkladığı Perihan yıllar sonra çıkageliyor. Önce telefonla konuşuyorlar. Kız mutsuz, boşanmak istiyor. Her konuşmadan sonra Orhan burnundan gelinceye kadar içiyor. Geçen yaz yine gelmiş, bir hafta kadar kalmış. Lise yıllarında olduğu gibi Kordonboyu kahvelerinde (Şar Pastanesinde) oturmuşlar. Arkadaşları yemeğe almış onları. Sonra yine çekip gitmiş Perihan. “Gitmeyeceğim” demiş, yine gitmiş. Son­bahar, kış telefonda kavga edip durmuşlar. Arkadaşları Or­han’ın gidişatını beğenmemiş, her zamankinden daha sık yok­lamaya başlamışlar onu. Belki hayatla barıştırır umuduyla zor­la şiirlerini elinden alıp bastırmışlar. Ama nafile, o yazdan umudunu kesen Orhan Talat Şalcıoğlu vakitsiz ölümüyle hemşerilerini irkilterek veda etmiş yaşamına.

"Uzun İnce Yolcular, Ümit Bayazoğlu"

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...