14.01.2014

“Vefa” sadece bir semt ismi midir?


Soğuk bir kış günü sabahı. Sıradan bir sabah vakti. Başka günlerden farkı olmayan bir sabah. Herkes işine gücüne gitmeye hazırlanıyor. Pencereler açılıp kapanmakta, belki bir masa örtüsü bir pencerenin açık pervazından dışarıya silkeleniyor.

Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü.
Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istemediğim aleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşıdan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım. Herkesler geçti, siz geçmediğiniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramamım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu.


Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilmem. Havuzun suyu donmuş. Kapının saatleri on ikiyi geçmiş. Banklarda kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye öyle dönüp baktı?… Tanıdık yüzler görmeyi özledim. Kimseler aşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın bankında kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?

Karlı ve soğuk bir İstanbul akşamında iri yarı bir adam aklı maziye dayalı yılları üçer beşer atladı. Aklına eski dostları ve aşık olduğu kadınlar geldi. Nubar Terziyan, Adile Naşit, Ahmet Turgutlu, Ahmet Danyal Topatan, Ali Şen, Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu, İhsan Yüce, Kemal Sunal, Kudret Karadağ, Macit Flordun, Renan Fosforoğlu ve daha nice dostu ona selam verdi. Havada hain acı bir soğuk kol geziyordu. Sonra bir bank buldu ve soğuya aldırmadan uzandı. Yavaş yavaş titremeye başladı. Kasları yavaşladı, nabzı düştü ve bir daha kimseden dayak yememek üzere derin bir uykuya yattı. Önce nefesi yavaşladı, sonra anıları teker teker silinmeye başladı. Sonrası tam bir karanlık. O gece sadece taksim meydanı ağladı koca adama. Hayatının son rolünü asillere yakışır bir onurla oynadı o gece.


Tarih 14 Ocak 1992′yi gösteriyordu. Soğuk bir İstanbul gününde Taksim Parkı’nda sabah temizliği yapan çöpçüler, bir bankın üzerinde soğuktan donarak ölmüş bir adamın cesedini buldular. Bu ceset Türk Sineması’nın “Dev Adam”ı Yadigar Ejder’e aitti. Oynadığı filmlerde onca yumruğa, tekmeye bana mısın demeyen adam soğuğa yenik düşerek ölmüştü. Üstelik evinden kirasını ödeyemediği için atılmış, cebinde 5 parası olmadan. Henüz 45 yaşında kuzu gibi bir yüreği olan bu adam, vefasız dünyanın kurbanlarından biri olmuştu. Hayatın anlamsız ironisi gibi bu adamın dev cüssesine inat asıl ismi Yadigar Kuzu’ydu. Tıpkı filmlerinde olduğu gibi sürekli hayattan dayak diyerek aramızdan ayrıldı.

Korkarım ki artık öyle bir noktaya geldik ki “Vefa” sadece İstanbul’da bir semt olarak kalacak. Huzur içinde yat “kuzu yürekli dev adam”. Utanma sakın, bu utancı sadece sana bu vefasızlığı yapanlar düşünsün. O da senin büyüklüğün olsun. Tıpkı yüreğin gibi…


Bu dev yürekli adam, buğulu bir dükkan camına; “yalnızlık gittiğin yoldan gelir” diye yazdı ve gitti. Üstelik kimseye hesap sormadan. Bir figüran gibi öldü; kimsesiz, yalnız ve tek damla gözyaşı dökmeden….
 
“Bu yazı Sait Faik’in “Havuz Başı” öyküsü eşliğinde soğuk bir Ankara akşamında yazılmıştır..”

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...