BirinciBlog için yazmış olduğum son yazı...
Robert Louis Stevenson 1886 yılında Dr.Jekyll and Mr.Hyde romanını
yazdığında aslında insanlık tarihi kadar eski bir konuya parmak
basıyordu. Henry Jekly ve onun kimyası değiştirilmiş hali Edward Hyde
özünde insanın içinde yaşadığı çelişkilerin bir özeti aslında. Her ne
kadar romanda bu değişim için kimyasal müdahale gerekiyor olsa da,
günümüzde modern dünya bu iş için fazlasıyla katalizör görevi görüyor.
Çok tuhaf değil mi aslında hepimiz içimizdeki Hyde’lar ile yüzleşmekten
korkuyoruz. Çünkü Jekyll’ın kabul görmüşlüğünün aksine Mr.Hyde kimliksiz
ve sıradan. Hayat akıyor kafamızdaki Jekyll ve Hyde kavgası her geçen
gün büyüyor. Apartman daireleri arasına sıkışan hayatlarımızda her
şeyimiz var gibi gözükse de farkında olmadan yavaş yavaş korktuğumuz
yabancı kendimiz olmaya başlıyoruz. İnsan türüne ait olmak, o dayanılmaz
ve sağır edici gürültüyü beraberinde getiriyor. Sözcüklerin, büyük
tasarıların, hedeflerin, amaçların kısaca hayatın o bilinmez
hazımsızlığı içinde savrulup duruyoruz.
Üçüncü hal ise bir aşk durumu. Hani şu yüzünde hiç geçmeyen garip bir
gülümsemenin olduğu ortaya karışık durum. Bilim İnsanlarına göre aşk
beyinde ödül merkezini sürekli uyarmaktadır. Limbik sistem dediğimiz
beyin bölgesinde aktivitede artışa yol açmakta oradan da otonom sistemde
düzenli çalışmaya sebep olmaktadır. Kısaca Türkçe meali ile ağzının
kulaklarına değdiği zaman dilimi. Sonrasında aşkın bitiş noktasında aşk
acısı dönemi devreye giriyor. Malum beyninde alışılmış bir düzen sistemi
aniden darbe yiyor. Otonom sistemi baştaki düzenli halini yitiriyor.
Derin bir yoksunluk hissi tüm vücudu kaplıyor. Yavaş yavaş tansiyon
değişiyor, yemeden içmeden kesiliyorsun, mide hassaslaşıyor, kalp ritmi
bozuluyor. Özetle sıkıntılı bir dönem başlıyor. O dönem kendinizi
çığırından çıkmış bir yel değirmeni gibi hissediyorsunuz. Hani o
astarının yüzünden pahalı olduğu zaman dilimlerinde olduğu gibi. Sürekli
seni bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar. Her gün sabahtan akşama
kadar kurşuna diziyorlar bütün kara parçalarında Afrika dahil (Bu kısım
Cemal Süreya’dan aşırma oldu). Kısaca biz bu döneme lodos yemiş balık
dönemi diyoruz.
Sonra kısa bir süreliğine edebiyat dönemi başlıyor. Yetenek ölçüsünde okunabilir ya da anlamsız yazılar ortaya çıkıyor. Bu dönem iyi bir yazar olamadan atlatılıyor genelde. Sonra her şey
tekrar sıradanlaşmaya başlıyor. Kaybedilen kişinin varlığı ve yokluğu
bir noktadan sonra hissedilmemeye başlıyor. Vücut eski dengesini
buluyor. Elbette bu döneme varma süreci kişiden kişiye, bünyeden bünyeye
ve yaşanılan aşkın kaç ton çektiğine göre değişiyor. Bundan sonra
meşhur çivi çiviyi söker dönemi devreye gidiyor. Belirlenen habitat
alanında yeni bir av sezonu açılıyor. Yaşanılanlardan ders alınarak daha
dikkatli davranılıyor. Aman kuşu ürkütmeyelim diyerek stratejik adımlar
atılıyor. Genelde çark bu kısır döngü etrafında kendini tekrar ediyor.
Sonrası mı peki? “İsviçreli bilim insanlarının yaptığı bir araştırmaya
göre, yaşayan herkes ölüyormuş.” O yüzden ileri düzeyde matematik
bilmeye gerek yok sanırım. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın dediği gibi: “Ne çok
yalan söyleniyordu yeryüzünde –Sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.”
Ne diyordum ben? Evet çoğumuz boşaltılmış şehirler kadar yalnızdık…
Claps – Across The Floor
Screen Vinyl Image – Until The End of Time
0 yorum:
Yorum Gönder