Punk şayet bir koşuysa ilk yüz metresini Sex Pistols geri kalan dörtyüz metre engelli mesafeyide The Clash koşmuştur. 1977 punk kuşağında ortaya çıkan The Clash ismini gerillalar ve hükümet güçleri arasında vuku bulan çatışmaları anlatmak için 1970’li yıllarda kullanılan medya klişesinden almıştır. Clash punk’ı kuru sloganlardan kurtarıp, içini doldurarak bambaşka bir boyuta çekmiştir. Punk hareketinin dönemin sosyal ve ekonomik bunalımına karşı gösterdiği öfkeyi ve faşizme karşı verdiği mücadeleyi en etkin ve bilinçli yapan gruplarından biri olan Clash; politik yanını hiçbir zaman gizlememiş, dar kalıplarda bir punk-rock grubu olmadan punk’ın özüne sadık kalarak reggae ve funk esintilerini müziklerine ilave ederek yazdıkları parçalarda özgürlükçü ve isyankar felsefelerini yansıtmışlardır. Kimi çevreler Clash’ın Sex Pistols kadar enerjik olmadığını söyleseler de, karşı bir argüman olarak Sex Pistols’un Clash kadar çok boyutlu olmadığını, vurucu parçalarının tek sayılarda gezindiğini söyleyebiliriz.
1979 yılında yayınlanan grubun üçüncü albümü London Calling bu çeşitliliğin her haliyle görülebileceği, ruhu ve bütünlüğü olan, kendi içerisinde tutarlı, güzel tınılarla süslü, hiçbir zaman yeniliğini ve başyapıt niteliğini kaybetmeyecek kusursuz bir albüm. Kapağında 1979 yılı Amerika turnesi esnasında Paul Simonon’un bas gitarını parçalamak üzere olduğu anın efsanevi fotoğrafının olduğu albüm, marş niteliğindeki London Calling ile açılıyor. Jimm jazz her zaman reggae ve blues gibi siyahi müzikleri sevmiş olan Clash’tan bizleri şaşırtmayan funky vokalli bir parça, hatefull ile tekrar punk sularına dönüş, basit akorlu Rudie Can’t Fail Clash’ın asi rock imajıyla örtüşen eğlenceli bir rock’n roll. Grubun kendine özgü pop müzik tanımlamasına şahit olduğumuz Spanish Bomb, Joe Strummer’ın vokal yeteneğini konuşturduğu albümün en hüzünlü parçası The card cheat, farklı esin kaynaklarının hipnotik bir nakaratta bir araya geldiği Lost in the Supermarket, oldukça funk esintili drum loop’lu bir parça olan Train in Vain dikkat çeken diğer parçalar. Kişisel fikrimce albümün en iyi parçası olduğunu düşündüğüm The Guns of Brixton sadece bir şarkı değil, kısa metrajlı bir film gibi; sinematoğrafik, karanlık ve esrarengiz. Kısaca albümün doruk noktalarından biri.
Sonuç olarak London Calling basit bir punk çalışması olarak tanımlanmayacak kadar karmaşık, hisli, düzenli ve düzeyli bir albümdür. Kısa süren müzikal yaşantısına rağmen The Clash gerçekten birçok kişiyi etkilemiş büyük bir gruptu. Onların her zaman bu dünyanın gidişatına dair meseleleri vardı. Clash’ı bu kadar büyük yapan en büyük neden samimi birer insan olmaları ve gerçekten müzik yapmak konusundan çok istekli olmalarıydı beklide. Çok özel insanlar değillerdi Clash üyeleri, ne gitar virtüözü oldular, nede şiirsel şarkı sözü yazabildiler. Sadece bizim gibi sıradan insan olmak istediler, bu yüzden çok sevildiler ve kendimize yakın hissettik onları. The Clash dağıldıktan sonra grup üyeleri değişik projelerle müzikal yaşantılarına devam etmişlerdir. Ankara doğumlu Joe Strummer aramızdan ayrılana kadar “Joe Strummer and Mescaleros” projesi ile hayat felsefesi olan nihilizme karşı Marksizm tezini müziğine yansıtmaya devam etmiştir. Paul Simonon ise “The Good, The Bad and The Queen “projesi ile evrensel yolculuğuna devam etmektedir.
Kapanışı Clash’tan politik bir mesajla yapalım; Clash diyorki; Gençlik sabit bir kategori değildir ve kuşaklar arası çatışma hükmetme sanatı için pek tehlikeli değildir. Hükmetme sanatı için asıl tehlikeli olan yönetenlerle yönetilenler arasındaki çatışmadır.
0 yorum:
Yorum Gönder