1.10.2014

Çocukluk


"gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,
hiçbir yere gitmiyor."

Edip Cansever

"Beyin olanca gücüyle ilerlerken, cinsel sistemlerin korkunç etkinliği daha uykuda olduğu için çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet." diyordu Schopenhauer. En safi duyguların beslendiği yıllardır çocuk yaşları, kahkaha mesela, çocuklardan gelir. Sinemada büyük komedyenler çocukları taklit etmiştir hep, Chaplin'in yürüyüşü gibi, Hardy'nin boyunbağıyla oynaması, Laurel'in başını kaşıması, çocuklardan miras kalmış davranışlardır biz büyüklere.. Laurel, üzüldüğü zaman ağlamazdı, canı yanınca, korkunca da ağlamazdı. Aklı karıştığı zaman ağlardı, tüm aklı karışan çocuklar gibi..

Velhasıl çocukluk, hep cennette yaşamak gibi romantize edilmektedir. Bir de perdenin diğer yüzüne bakarsak onların da kahkahadan ziyade gelişme ve yetişme süreçlerinde "erken" büyümek zorunda kalabildiği gerçeği yatar ve çocukluğun belleği kendisine dokunan kirli parmak izlerini asla silmez. Bu gerçekliği ise sinema perdesinde görebilmek mümkün, çocukların bu acı gerçeklerini, yaşama bakış açılarını ölüm, din ve savaş gibi ağır temalar ile başa çıkmak için kullanılan yolları inceleyen filmlere yüzümüzü çevirelim istedim, dünyada savaşlarda ölen çocukların sayısı her gün artmaya devam ediyorken.. Büyüklerin dünyasında çocukluk; "en fazla kaybedilen şeyler" sıralamasında yerini kimseye kaptırmıyorken..

Zero de Conduite (Yön: Jean Vigo, 1933)

Anarşiye bir saygı duruşu niteliğindeki "Zero de Conduite", sinema tarihinde çocuklar üzerine yapılmış en önemli filmlerden biridir. Jean Vigo'nun ilk kurmaca filmi, yönetmenin bir yatılı okul öğrencisi olarak yaşadığı kötü deneyimlerden yola çıkarak çekilmiş ve Traffaut'nin "Les quatre cents coups" (400 Darbe) ve Lindsay Anderson!un "If..." (Eğer...) adlı aynı konuyu işleyen klasikleşmiş filmlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Film gösterime girdiğinde Fransız hükümeti tarafından, ülke için sakıncalı bulunup yasaklanmış, özgürlüğüne de ancak 12 sene sonra kavuşabilmişti.

Cria Cuervos (Yön: Carlos Saura, 1976)

Annesini ve asker olan babasını kaybeden ve teyzeleriyle birlikte yaşamaya başlayan Anna ve kardeşlerinin hikayesini anlatan ve İspanyolca "besle kargayı" anlamına gelen bir atasözünden ismini alan Cria Cuervos, Franco rejiminin eleştirsini orta sınıf bir İspanyol ailesi üzerinden sembollerle anlatması yönünden Avrupa sinemasında önemli bir yere sahiptir. Hikaye başkarakter Anna'nın gözünden anlatılmaktadır. Anna faşist bir rejimin ortasında kalmış İspanya'yı temsil ederken, ölen baba Franco rejimini, ölen anne de sorunlarla boğuşan İspanya'yı temsil eder. Film yakın dönem İspanya tarihini öztler. Ayrıca film boyunca beynimize kazınıp günlerce içten içe mırıldandığımız şarkısını da buradan dinleyebilirsiniz. Anna'nın, sinemada en sevdiğim karakterlerden birisi olduğunu da belirtmeden geçmek istemedim.

El Laberinto del Fauno (Yön: Guillermo del Toro, 2006)

İspanya'da baskıcı iktidarın tüm vahşetinin karanlığı altında yalnız başına bir kız çocuğu olan Ofelia, sadist düşünceleri olan babasının çevresindekilere yaptığı tü eziyetleri kendi gözleriyle görmektedir. Bu küçük kız çocuğunun gerçek yaşamdan kaçabileceği tek yer hayal dünyasıdır. Ofelia, gerçek yaşamdan bulamadığı huzuru ve neşeyi, hayallerinde aramaya başlar. Bu sırada vahşet ise tüm gerçekliğiyle Ofelia'nın çevresinde olmaya devam edecektir. "El Laberinto del Fauno", çocukların dünyasında savaşın ne kadar sert bir nesne olduğunu anlatan ve gözler önüne seren gerçeklerin en zalimi, masalların en fantastiği olan bir filmdir, müziği ile de "şimdi size mutlu sonla bitmeyen bir masal anlatacağım" demenin yolunu seçmiştir.

Die Blechtrommel (Yön: Volker Schlöndorff, 1979)

Die Blechtrommel (Teneke Trampet), 1920'li yıllarda Almanların; Polonyalılarla ve diğer azınlıklarla birlikte uyum içinde yaşadıkları kent Danzig'de başlar.. Annesi ve hangisinin babası olduğunu bilmediği iki erkekle birlikte yaşayan Oscar'a üç yaşına bastığı doğum gününde teneke bir trampet hediye edilir. Bu andan itibaren çevresinde gözlemlediği erişkinlerin mutsuz ve acınılacak dünyalarına katılmaktansa hep çocuk olarak kalmaya karar verir. Gerçekten de yıllarca fiziksel olarak bir gelişme göstermez. Çevreye karşı tek protestosu büyümeyi reddetmek değildir, aynı zamanda teneke davuluna şiddetle vururken çıkardığı cam eşyaları bile parçalayan tiz çığlığı da 2. Dünya Savaşı yaklaşırken ülkede olup bitenlere duyarsız kalan orta sınıf Alman toplumunu bir yadsıma biçimidir, gitgide çıldıran dünyaya karşı bir protestodur.. Maalesef, dünyanın kulakları artık iyice sağırlaştı Oscar..

Mouchette (Yön. Robert Bresson, 1967)

Bresson 1967 yılında çektiği başyapıtından ve onun ana karakterinden bahsederken iki kelime kullanıyor: sefalet ve acımasızlık. 14 yaşında bir kızın (Mouchette), kendi içine kapanmış bir kasabada alkolik babası , yatalak annesi ve kundaktaki kardeşiyle yaşadığı ürkütücü sefalet  ve kasabadaki herkesin içine yerleşmiş, orada yuvalanmış acımasızlık tohumları. Bu ufak ve bütün ufak yerleşim birimleri gibi baskıcı kasabadan bütün insanlığın yaşadıklarına, insan olma halinin özüne ve insan ruhuna doğru genişliyor Bresson. Bütün çağdaşlarının yaşadığı şoku o da iliklerine kadar yaşıyor. İlerleme mitinin çatır çatır çöküşünü, tanımlamaların göreceliliğini, kendini insanlığın tarih boyunca ulaştığı son nokta olarak işaretleyen batının büyük kibrinin iki dünya savaşı ve yaşanan o kadar acı sonunda nasıl da çözülüp unufak olduğunu seyredip, onun hikayesini anlatıyor. Filmdeki olay akışının hiçbir kıymeti harbiyesi yok aslında. Bir olayı anlatmaktan ziyade ruh hallerinin dalgalanmasını perdeye aktarıyor Bresson. Kıskançlık, öfke, acımasızlık, sorumluluk, utanç ve daha pek çok insanlık halini deşiyor. Ve bunu da inanılmaz bir soğukkanlılıkla yapıyor. Gerçekler acıtır Bresson, biz ise bunlardan olabildiğince uzaklaşmaya çabalarız, Çünkü insan; nankör..

Rang-e Khoda (Yön: Majid Majidi)

Kalbe dokunan temasıyla Majid Majidi yönetmenliğinde bir İran filmidir Rang-e khoda (Cennetin Rengi). Küçük Muhammed, Tahran'daki bir körler okulunda yatılı olarak eğitim görmektedir. Kör olarak doğmuştur ve çevresindeki dünyayı dokunarak ve işiterek anlamaya çalışmaktadır, yani biz büyüklerin erişebileceği nirvana. Okulu yazın tatile girdiğinde babası onu almak ve köyüne götürmek üzere okula gelir. Muhammed'in annesi ölmüştür ve babası yeni bir evlilik planlamaktadır. Özürlü(!) bir çocuğun evlilik planlarını bozacağından endişelenen baba, sürekli ondan kurtulmak için çareler arar. Köyde ise Muhammed'i yazı birlikte geçirecekleri iki kız kardeş ve yaşlı bir ninesi beklemektedir. Bu filmde Muhammed'in büyüklüğü karşısında ezileceğinizi de unutmayın, unutmayalım..

El Espiritu de la Colmena (Yön: Victor Erice, 1973)

Yıl 1940, İspanya İç Savaşı bittikten hemen sonraki yıl. Ana, sekiz yaşındadır ve Kastilya köyünde yaşamaktadır. Köy savaştan pek yara almamasına karşın, savaş sonrası etkiler hissedilmektedir ve köylüler Frankocu baskının altında ezilmektedirler. Ana'nın annesi düşsel bir sevgili ile düşsel bir dünyayı paylaşmaktadır; babası bir arı kovanına bakmakta ve "Arı Kovanının Ruhu" adını verdiği bir çalışma içinde var olmak üzerine kafa yormaktadır. Ana ise köye gelen 1931 versiyonu Frankenstein filmini izledikten sonra canavarı düşünüp durmaya başlar ve her gün, on yaşındaki ablası Isabel'in canavarın orada olabileceğini söylediği eski bir eve uğrar. Ve sonunda eski eve gizlenen kaçak bir mahkum canavarın yerini alır. Ama mahkum öldürüldüğü halde, Ana düş gücünün yönlendirmesiyle canavarın ruhunun var olduğu düşüncesine sıkı sıkıya tutunmuştur. Eğer ki küçük Ana'nın çocuk ruhuna ulaşabilirseniz o sihirli sözcükleri sayıklarken bulaiblirsiniz kendinizi: "Eğer onun arkadaşıysan, onunla dilediğin zaman konuşabilrsin. Gözlerini yum ve onu çağır. Ben Ana'yım. Ben Ana'yım."

Cria Cuervos'taki Anna, burada Ana rolünü üstleniyorken, yine çocuk olmanın safiyetini şiirsel bir biçimde gözler önüne seriyor..

Dare mo Shiranai (Yön: Hirokazu Koreeda, 2004)

Her biri başka bir adamdan dört çocuk sahibi olan bekar hovarda anne Keiko, hem maddi durumu yerlerde olduğu hem de bu kadar çocukla ev bulmakta zorlanacağı için, evi tuttuktan sonra çocuklardan ikisini bavullar içerisinde gizlice eve sokup, yakalanma tehlikesine karşı da dışarı çıkmalarını yasaklayarak diken üstünde bir hayat yaşar ve yaşatır. Zerre ebeveyn otoritesine sahip olmayan anne, çocuklarına karşı çok sevecen ve anlayışlı olmasına rağmen başka hayatların sorumluluğunu alamayacak bir karakterdedir yani bakamayacağı çocuklar doğurmuştur, zaten bakmaz da.. Uzun süre çocukları yalnız bırakıp ihmal ettikten sonra bir gün geri döneceğini söylediği bir not ve para dolu bir zarf bırakarak evi terkeder, gidiş o gidiş.. Böylelikle çocuklar en büyükleri 12 yaşındaki Akira'ya emanet, tek başlarına küçücük bir dairede gittikçe daha da sefilleşen bir hayat yaşamaya başlarlar. Evden çıkamaz, okula gidemezler. Yönetmen tüm yükümlülüğü abiye devretmiş gibi görünse de, aslında suçladığı kişi ne anne, ne çocuklardır, her şeyi gördüğü halde bir şey yapmayan insandır, toplumdur suçlu olan..

Lakposhtha Parvaz Mikonand (Yön: Bahman Ghobadi, 2004)

Sığındıkları sınır kapılarından gidecek başka yerleri olmayan insanların, savaşın sınırındaki hikayeleri.. Kapılarında bir savaş her an hazır beklerken, ne zaman düşeceği belli olmayan bir bomba ile yaşamak.. Bhman Ghabadi, yanıbaşımızda olan savaşa tanık olurken, artık göre göre yabancılaştığımız görüntüleri ve duya duya duyarsızlaştığımız ölüm haberlerini dinlerken yaşanılan acıları bizlere "Kaplumbağalar da Uçar" da yeniden hatırlatıyor. Sınırda yaşayan bir grup çocuğun yaşadıklarını Ghabadi etkili bir dille anlatıyor. Satellite ve çevresindeki çocuklarla kendisine kurduğu 'küçük krallık' filmin bel kemiğini oluşturuyor. Küçük de olsa bir iktidara sahip olan Satellite'ın köye yeni gelen Agrin'e hissettikleri ve Agrin'in trajik öyküsü filmin kilit parçasını oluşturuyor. Filmde trajik hikayelerin yanında Amerikan saldırısı ve her an yağdıracağı bombaların etkisinin insan üzerine yansımaları üzerinde duruluyor. Aynı zamanda filmde oynayan çocukların orada yaşayan amatör oyuncular olması, yaşadıklarının üzerlerinde bıraktığı izleri rasyonel bir şekilde gösteriyor. Yanı başımızda duran "öteki" tarafa bakıştır bu film, müziği ile de bir başka yerden vuran..

Born Into Brothels: Calcutta's Red light Kids (Yön: Zana Briski / Ross Kauffman, 2004)

New York'lu fotoğrafçı Zana Briski 1988 yılında Klkütalı fahişelerin fotoğraflarını çekmek üzere bu ülkeye gider. Aylarca genelevlerde yaşayan Briski, burada doğmuş ve korkutularak ve kötü davranılarak fuhuşa zorlanmış çocukların birçoğuyla yakınlık kurmuş. İlerleyen dönemlerde onlara fotoğrafçılık kursu da vermeye başlayan Briski, belgeseli de bu sırada çekmeye karar vermiş. "Kalküta'nın Çocukları", bu şehrin sokaklarında 15 yaşından başlayarak, her yaştan seks kölelerinin, fahişelerin dramlarını çarpıcı bir gerçeklikle anlatıyor. Erkek egemen bir toplumda kadınların ezilmesi ve sömürülmesi temeline dayanan film, Kalküta'dan biz görmez, duymaz insanlığımıza tokat atıyor; bu çocuklar doğduğu an, geldiği yere yeniden dönmek istiyor.. 

Bonuslar : The Fall (Yön: Tarsem Singh, 2006), Les quatre cents coups (Yön: François Truffaut, 1959), Los Olvidados, (Yön: Luis Bunuel, 1950), Fanny och Alexander (Yön: Ingmar Bergman, 1982), Pather Panchali (Yön: Satyajit Ray, 1955), Kes (Yön: Ken Loach, 1969), Udaan (Yön: Vikramaditya Motwane. 2010), Le gamin au velo (Yön: Jean- Pierre / Luc Dardenne, 2011), Ponette (Yön: Jacques Doillon, 1996), Jeux Interdits (Yön: Rene Clement, 1952) diye çoğaltılabilir bir liste yapabiliriz..

Özetle, çocuk gözü hiç görmeyeni görebilir, hiç duymayanı duyabilir, olan biteni algılayamayabilir ama hissedilmeyini hisseder, çünkü yaşadıkları gerçektir. Bu yüzden sinemada "çocuk gözü" hep önemli olmuştur. Umuyorum bakış açımızı genişletmek adına bir katkım olabilmiştir.. Çocukça kalın..

İyi seyirler..

0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...