16.01.2015

İsyan! Devrim! Özgürlük!



Punk öldü ya da ölmedi. yanıtı muhtelif… kimine göre doğduğu gün hakkın rahmetine kavuştu kimine göre Sex Pistols EMI ile anlaştığı gün. Kimileri için de hala bir yerlerde yaşıyor. Elvis öldü mü yoksa bir adada mı yaşıyor tartışmasından farksız… Hangisine inanacağımız bize kalmış… Yanlış yanıt diye bir şey yok. Doğru çok kişisel…

Peki Joe Strummer öldü mü?


Fiziki olarak evet. Aksini iddia edip rezil olmayalım. Ama… Onun hala yaşadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Niye mi? Buna da öyle deyip geçebilirim. Ama… illa ki bugün bir şeyler yazmalı… Bazılarının öyle kolay kolay “ölmediği” üzerine…

Bazılarına göre müzik dünyasından efsane olmanın yolu 27’sinde ölmekten geçiyor. Joe onlardan biri değildi. Ama bu bir efsane olmasına engel olmadı. 22 Aralık 2002’de öldüğünde 50 yaşında bıçkın bir delikanlıydı hala. Genç olmanın kimlik kartında yazılı olmadığının kanıtıydı.

70’lerin sonunda Londra’da doğan punk’ın kişiliğinin oluşmasındaki belki de en önemli grup sayılan The clash’in müzik tarihine adını altın harflerle yazdırmasının sebeb-i hikmetiydi.



Kimsenin hakkını yemek istemem ama punk’ı devrimci bir müzik yapan ve kılık kıyafetin, vücuduna rozetler, çengelli iğneler takmanın ve küfürlü konuşmanın kilometrelerce ötesine taşıyan isimlerin halay başında o vardı.

Sığlık denizinde yelken açıp nihilist bataklıkta boğulmak yerine punk’la insanların hayatlarının kontrolünü eline almalarını salık veren de yine o oldu.
İşaret fişeği Sex Pistols’dan aldığı ilhami sokaklara, meydanlara, isyanlara taşıyan, daha iyi bir dünya isteyenlerin fon müziği haline getiren grup The Clash’di. Grubun direksiyonun da Joe vardı.
Sex Pistols muhafazakar Britanya’nın kabusu oldu. Joe o kabustan devrimci bir hayal yarattı ve bunu virüs gibi yaydı. Aldığının üzerine çok sağlam bir bina ördü ve hatırı sayılır bir kalabalığı arkasına alarak dünyayı değiştirebileceğimize inandırdı.

Kokuşmuş dünyaya, rejimlere, ideolojilere ve insanlığa karşı devrimden, özgürlükten, kardeşlikten, eşitlikten yana şarkılarıyla punk hadisesine kalbi kadar temiz bir sayfa açtı.



Allah’ı var, yakışıklıydı. Sigarasını çok güzel içer, sigarasından bir nefes çekerken daha bir yakışıklı olurdu. (sigara olmasaydı, 20. yüzyılda hayranlık duyduğumuz sanat eserlerinin hiçbiri olmazdı. bence sigara içmeyenlerin, sigara içenler tarafından üretilmiş eserleri satın alması yasaklanmalı.” ) “Cool” olmak için kırk takla atıp maskara olanların aksine onun ekstra bir şey yapmasına gerek kalmazdı. Varlığı yeterliydi. “

Bir rock yıldızı olmasına rağmen diğerlerinin aksine aranızda bir mesafe varmış gibi hissetmezdiniz. sanki “Joe akşam bir bira devirelim mi?” diye sorarsanız tamam deyip gelecek, şişeler boşalırken sizle keyifli bir muhabbete dalacakmış gibi hissederdiniz. Diğerleri yıldız olurken o yoldaş/arkadaş olmuştu.

Fazlasıyla kişisel olabilir ama tartışmam, müzik tarihinin en afili şarkılarını da o yazdı. Bana göre en azından. Punk’ın basitliği ve öfkesini rock and roll’un enerjisi ve melodikliği ile birleştirip Reagge ile harmanlayarak yarattığı müzik bambaşkaydı. Ama asıl olay müzikten çok halinde, tavrında ve söylediklerindeydi.

Chelsea taraftarıydı. ailemdeki erkeklerin yarısı futbolcu olmasına rağmen futbolu seviyorsam sebebi kendisidir. “Şirarım futboldan gelir: gözünü toptan hiç ayırma…”

Should i stay or should i go” dedi ve gitti.



Ardında devrimci bir efsane tadından yenmez şarkılar bıraktı. 1980’de ortadan kaybolmuştu. Özel dedektif kendisini Paris’te bulduğunda “biraz ortadan kaybolmak istedim” demişti. bu nedenledir ki Elvis’in adada yaşadığını düşünenlerden hiçbir farkım olmadan dünyanın herhangi bir şehrinin izbe bir barında kendisiyle karşılaşmayı umarak geçiriyorum zamanı. Ve buna nedenini bilmediğim halde inanıyorum.

Barselona’da El raval’da, Madrid’de Lavapiés’te, Lizbon’da Barrio Alto’da, Buenos Aires’te La Boca’da, Bahia’nın her gece müzik çalınıp dans edilen sokaklarında, Montevideo’da Eduardo Galeano’nun sıklıkla gittiği Brazil Kafe’de, Londra’da kimselerin pek bakmayı akıl etmediği punk klüplerinden birinde, Roma’da Termini İstasyonun arka tarafındaki mahallelerin birindeki bir barda, Atina sokaklarında, Berlin Kruezberg’de, Marakeş’teki dışarıdan bar olduğu anlaşılmayan dükkanlarından birinde, sıkıcı Paris’in küçük kitapçılarının bazılarında, sırf ona benziyor diye usulca sokulup merhaba demişliğim var çokça insana. Denedim, yenildim ama daha iyi yenilmek için daha iyi bir neden olamaz bana kalırsa.

Ve yıllar evvel İstanbul’da yerin dibindeki bir barda -adı morg idi- kafalar kıyakken cereyan eden şu diyalogla şarkılara bağlanıyoruz:

- Sence ankara’nın en güzel yanı istanbul’a dönmesi mi sahi?
- Hayır, joe strummer’ın orada doğmuş olması.
 
Ankara bu yüzden güzeldir… Dağılalım!

Kaynak " http://fakfukfon.wordpress.com" 

Elinize ve Yüreğinize sağlık...



0 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...