12.01.2013

Amour


BirinciBlog ekibimizden sevgili Burcu 2012'nin en iyi filmi Amour'u yazdı. Şimdi o güzel yazıyı okuyalım.

Bazı yönetmenler vardır. Filmin sonunda ismi yazmasa bile, O’nun imzası olduğunu bilirsiniz. İşte Michael Haneke de böyle bir yönetmendir. Elbette Haneke’nin son şaheseri Aşk’tan, ki ben Amour demeyi daha çok seviyorum, bahsedeceğimi anlamışsınızdır.

Üzerinde çok yazıldı, çizildi. Ben ise bu filmi yazıp yazmamak konusunda tereddütteydim. Çünkü ne kadar yazarsam yazayım eksik kalacaktı, olmayacaktı. “Filmin konusunu anlat” diyecek olursanız, “tek mekanda geçen ve günden güne felçli karısının gözleri önünde çürüyüşünü izleyen bir adamın öyküsü” mü diyecektim Amour için? Hayır diyemezdim. Çünkü Haneke’nin bize bu filmle vermeye çalıştığı şey; filmin konusundan çok, “Sizin için patlayan bir bomba hazırladım” önermesiydi.

İşte buradan yola çıkarak, Amour’un en azından bende bıraktığı etkiyi kısaca sizlere anlatmaya çalışırsam, daha bir anlam kazanacaktı bu yazı…


Gelin önce Hitchcock’un o meşhur sözünü hatırlayalım: “Korku, masanın altında duran bombanın aniden patlamasıdır. Gerilim ise, masanın altında bir bomba olduğunu bilmektir” der. Haneke ise Amour’la bunu bir üst basamağa daha taşımış. Zira filmin ilk karesinde bombanın bu evin içerisinde patladığını açıkça gösteriyor. Bitirmiyor ve “Şimdi sizlere masanın altındaki bombanın nasıl patlayacağını göstereceğim” diyor.

Funny Games’i hatırlayın. Haneke, TV kumandasıyla kaçışımızı adeta imkansızlaştırmıştı bu filmden. İlk teşebbüsünüzde ‘Backward’ tuşuyla en başa dönüyordunuz. Amour’da ise izleyici ‘yaşlılık’tan gelen bu şiddetten kaçmak istemiyor. İlk dakikada sonu belli olan bu şidddeti, sonuna kadar izlemek istiyor.

Aşk nedir? diye sorgulatıyor sonra Haneke… Özveri mi? Sadakat mi? Yoksa acıma mı? Bana kalırsa, Haneke’nin vurgusu ‘sonsuz sevgi’ye değil bu filmde. Onun derdi, okşayan ile vuran, kapıları çekip gitmek, özgür kalmak isteyen ile kapıları kilitleyen, “vicdan sahibibiyim” diyen ile canavara dönüşen insanla… Yani asıl derdi olan ‘biz’lerle işini bitirmemiş henüz. Aşkın yarattığı senkronize ritmin sadece ‘ben’e dönüşmeye başlamasıyla, dengelerin nasıl alt üst olacağını yüzümüze yüzümüze vuruyor ve yine ‘biz’lere “Sizken ‘sen’e dönüşünce ne yapardın?” göndermesiyle selam çakıyor.


Sıradan bir hikaye, sıradan görüntüler ve sıradan insanlarla Haneke, ‘aşk’ın altını çizip aşkın ardından ‘olanlar’dan çok, bu kavramın üzerine hangi anlamların yüklenebileceğini gösteriyor bu filmde. Çünkü “insanı bu şekilde davranmaya zorlayan tek neden ancak ‘aşk’ olabilir” diyebiliyorsunuz film bittiğinde…

Haneke aşkı yaşlılık kipinde çekip, hepimizi tarumar edecek bir baş yapıta imza atmış. Üstad artık, somut kavramlardan çıkıp, soyuta da uzanarak, düşünsel sinemanın en üst noktalarında geziniyor ve bizi tam da bu noktada gafil avlıyor. Yoksa aynı sahnede herkesin aynı anda ağlamaya başlamasını başka türlü açıklayamayız. Ve ‘biz’ler soyut dünyamıza giren Haneke’ye kapılarımızı açmaktan çok ama çok memnunuz.

Hoşgeldin kalbimize Haneke…

The Verve - Love Is Noise (Radio Edit)

The House Of Love - I Don't Know Why I Love You

1 yorum:

Flying Dutchman dedi ki...

filmi gayet beğenenlerdenim, 2012'nin tüm filmlerini izlemedim ama şahsen bir sene öncenin A Separation'ı bu filmi ezip geçer bana göre ve hatta 2010'daki The Secret ın Their Eyes'ın da daha iyi olduğunu düşünüyorum. ve hatta hatta Incendies dahi daha iyi bir film ki aynı mahiyette olmasa da bir aile trajedisiydi o film de. Daha Kon-Tiki ve No'yu da görmek lazım. Sağlam film, iyi çekilmiş ve iyi anlatılmış bir film, başyapıt diyemedim henüz belki birkaç ay ya da yıl geçince diyebilirim zira daha dün izledim.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...