BirinciBlog'da yazmış olduğum bir yazım...
Özellikle dispotik ve karamsar bir gelecek tasviri yaptığı “Fahrenheit 451” kitabı ile tanınan ünlü yazar Ray Bradbury 5 Haziran tarihinde 91 yaşında hayatını kaybetti. 22 Ağustos 1920’de Illinois’te dünyaya gelen Bradbury gençlik yıllarını Carnegie Kütüphanesi’nde geçirerek Buck Rodgers, Edgar Allan Poe, Jules Verne, Tom Swift gibi isimlerin kitaplarıyla kendi dünyasına bir kapı açtı. Daha sonra Los Angeles Bilimkurgu Cemiyeti’ne katılan Bradbury burada birçok yazarla tanıştı. İlk kitabını henüz yirmi yaşındayken yayınlayan yazar, Sir Arthur Clarke Ödülleri, Prometheus ödülü gibi birçok ödül kazandı.
Yazarın en ünlü kitabı olan Fahrenheit 451’de belirsiz bir gelecekteyiz. O zamanda yaşayan İtfaiyecilerin tek görevi vardır; evlere düzenledikleri baskınlarda ele geçirdikleri kitapları yakmak. Bu sürece gelene kadar ne olmuş, ne kadar zaman geçmiş belli değil. İşine gönülden bağlı bir itfaiyeci olan Guy Montag, bir gün genç bir kızla karşılaşınca kafasında o güne kadar hiç düşünmediği sorular belirmeye başlıyor. Kitaplar nasıl şeylerdir, bir ev kitaplardan sıkılır mı? insanların birlikte yanmaya göze aldığı bu kitaplarda neler vardır. Bu sorulardan sonra Montag’ın tüm hayatı tamamen değişecektir. Kitabın, 1966 yılında ünlü yönetmen François Traffaut tarafından başarılı bir şekilde sinemaya da uyarlandığını belirtelim. Özellikle filmdeki şu replik beni çok etkilemişti; “Uzun bir süre önce itfaiyecilerin yangınları başlatmayıp da söndürdükleri doğru mu?”
Bradbury, Fahrenheit 451’i yazarken nelerden esinlendiğini söylerken iki olay üzerinde duruyor. Nazilerin kitap yakma ayinleri ve dokuz yaşındayken İskenderiye Kütüphanesi’nin nasıl yandığını okuması. Kitaplara aşık bir adamın gün gelip bütün kitapların yakılması gibi bir korkusunun olması kadar doğal bir şey olamaz sanırım. Dünyanın sonu, Bradbury için kitapların sonu demekti. Ona göre kitaplar yanar, bir kapı kendiliğinden kapanır ve geriye sadece hüzünler kalır…
Peki gelecek nedir? İnsanlık tarihi boyunca geçmişten daha çok gelecek önemsenmiştir. Geçmiş her zaman ders çıkarılması gereken bir olgudur ve genelde pişmanlıkları barındırır. Geçmiş senin peşini bırakmaz, nereye gitsen her yerde biraz vardır. Yani senin yaşadığındır kısaca. Gelecek ise her zaman bir umut ve bilinmezliği saklar kendinde. Bu nedenle gelecek üzerine o kadar çok söz söylenmiş ve kurgu yapılmıştır ki. Bu gelecek kurgusunu yapan, söylemlerinde iki farklı görüşü benimsemiş yabancı olmadığımız iki insandan bahsetmek istiyorum. Huxley ve Orwell.
Orwell’in öngörülerine göre: Dıştan dayatılan baskının bize boyun eğdireceğinden, kitapların yasaklanacağından, enformasyonsuz bırakılacağımızdan ve gerçeğin sürekli bizden gizleneceğinden bahsediyor.
Huxley ise insanların süreç içinde üzerlerindeki baskılardan hoşlanmaya, düşünme yetilerimizi sıfırlayan teknolojileri yüceltmeye başlanılacağını, kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağını çünkü artık kitap okumak isteyen kimsenin kalmayacağını, bizi pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutulacağımızı ve gerçeğin umursamazlık denizinde boğulacağını söylüyordu.
Orwell, nefret ettiğimiz şeylerin bizi mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkuyordu.
İşte size iki tane yakın gelecek kurgusu. Zamanın bu iki düşünürden kimi haklı çıkardığına ya da çıkaracağına siz karar verin artık. Gün gelecek size “Haydi durma kitapları yakalım” diyenler olacak. Sende onlara gözlerinin içine bakarak diyeceksin ki “Haydi durma göğe bakalım.” Tıpkı Turgut Uyar’ın dediği gibi:
“Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım.”
The Clientele - Bookshop Casanova
Field Music - Let's Write a Book
0 yorum:
Yorum Gönder